Author Topic: Bogomiller - Heterodoks Pavlikianlar  (Read 10262 times)

0 Members and 1 Guest are viewing this topic.

Offline Тоска

  • Charter member
  • *****
  • Posts: 2348
  • Gender: Male
  • % 100 + POMAK
Bogomiller - Heterodoks Pavlikianlar
« on: November 09, 2008, 15:25 »
Yeryüzündeki bütün sapkın kabul edilen görüşler ( birbirlerinin devamı olmamakla birlikte ), farklı kültürlerden çıkmış olsalar da bir yerde buluşurlar. Bu buluşma noktasında her biri bir şeylerini bırakır ve bırakılan bu şeyler yeni yolculuklara bahane olur. Çıkılan her yolculuk, bir maceranın, bir hayatın başlangıcı, paylaşımın ve heyecanın yeniden yaratılmasıdır. İnsan sosyal bir canlıdır; paylaştığı oranda varolur, heyecan duyduğu oranda da kendini yeniler, büyür, gelişir. ‘Pişmanlık insanın gelişmesinin inkarıdır’ derler. Bu yüzden tarihi, ileriye bakanlar; halkı için bir şeyler yapan, yapmaya çalışan, düşünen insanlar yazmıştır. Bogomiller de tarihe bir şeyler yazan, iz bırakan insanlar olarak yaşamışlar ve yaşayacaklardır.


Problem: Günümüzde karşılaşılan en büyük sorunlardan biri; insanların geçmişlerine ilgi duymaması, atalarını tanımaması ve bulunduğu topluma yabancı bireyler olarak yaşamaları gerçeğidir. Kişi gideceği yolu bilmek istiyorsa, geldiği yolu iyi öğrenmelidir. Hele ki, bizim gibi çok daha uzak bir yoldan gelen toplumlar için bu daha da büyük bir önem arz eder.

Amaç: Geçmişini tanıyan, bilen insan; yaşadığı toplumun sorunlarına kafa yoran, duyarlı insandır, sevecen, hümanist insandır. Burada temel düşünce Bogomilizm felsefesinin bizlere ne kadar yakın, bizden bir düşünce olduğu, Alevilik, Bektaşilik, Babailik, Şiilik ve az da olsa Sünni İslamlardan etkilendiğini, çıkış noktasının Mani Dini olduğunu ve bu dinin çevremizdeki kültürleri ne derece etkilediğini göstermektir.


Giriş: Yaşayan her düşünce kendinden önce gelenlerden ilham alıp beslenmiş; kendinden sonra geleceklere de esin kaynağı olup, doğmalarına katkı sağlamıştır. Toplumlar yok olsa da kültürel birikimleri, nesilden nesile devamlılık göstererek, onlardan kalan hoş bir anı misali yaşamaktadırlar. Kavimler arası yer değiştirmenin ve birbirini rahatsız etmenin en yoğun yaşandığı coğrafyamızda- ki ben buna yaşadığımız tüm yerleri ekleyerek; Rumeli, Anadolu, İran ve Orta Asya’yı kastediyorum- bu birbirine geçiş ve etkileşim had safhada yaşanmıştır. Tarihçiler Doğu’yu ‘toprağı az, insanı bol’ yerler olarak tanımlarlar. Dolayısıyla, insan emeğinin, kültürünün, dolayısıyla medeniyetin başlangıç ve çıkış noktası bu topraklardır. “Her şeyin ölçüsü insandır” görüşü ışığında sahip olduğumuz ortak tarihimizdeki olayları, insan gerçeği etrafında görmeli, yorumlamalıyız. Bütün varılan sonuçlar, katedilen mesafeler insana ulaşmak; onu anlayabilmek, varlığını idrak edebilmek içindir. Mitoloji, felsefe, din ve ahlak kuramları hep bu amaca hizmet eder olmuşlardır.

Toplumlar, tarih boyunca hayatın anahtarı olarak gördükleri mutluluğu bulmaya çalışmışlar; bunduklarını sandıklarında ise ona sahip olmak, benimsemek istemişlerdir. Onu bulduğu ya da bulduğunu sandığı oranda huzurlu olmuş, manen rahat yaşamıştır. Bu yüzden tarihin her döneminde birileri mutluluk vaadiyle ortaya çıkmış, mutluluğun anahtarının kendisinde olduğunu söylemiştir. İnsanları yönetmede, yönlendirmede bir mihenk taşı olan bu tutum; Tek Tanrılı büyük dinleri tebliğ eden peygamberlerden tutun da; tarihin gördüğü en büyük vahşetleri gerçekleştiren diktatörlere kadar ( Mısır’ın büyük Firavunları, Hitler, Musollini, Cengiz Han, Kızıl Kmerler ); hepsinin ortak ideali olmuş; insanlığın ve kavimlerinin kurtuluş anahtarlarının kendilerinde olduğunu savunmuşlardır. Çıkış noktaları ve ilham kaynakları, mistisizm ağırlıklı görüşler olsa da varmak istedikleri hedef insanlığın geleceği ve varlığı olmuştur. Kendilerini onların kaderleriyle özdeşleştirdikleri oranda başarılı olmuşlar, içlerinden çıktıkları toplulukların varlık sebebi haline gelmişlerdir. Bu sebepledir ki; ister demokratik, ister anti-demokratik olsun bütün ideolojiler ve temsilcileri halkı kucaklayarak, çoğunluğun sesi olduklarını iddia ederek bu yönde çalışmışlar, gerektiğinde kendilerini bu uğurda feda etmişlerdir. Hiçbir görüş, düşünce ve ideoloji ne kadar acımasız ve gaddar olursa olsun; ’ben insanlığı mahvedeceğim’ diye yola çıkmaz, çıkamaz! Tamamının bir şekilde dayandığı, gücünü aldığı ve gerektiğinde güvendiği tabanı halkıdır. Hepsinin varacağı, varmak istediği nokta aynı olsa da kullandıkları yöntem ve davranış biçimleri farklılıklar gösterir. Bu farklılığı yaratan etkenler genel olarak; toplumun örf, adet ve gelenekleri, inançları, ahlaki anlayışları, tarihi, ortak kültürel değerleri, vb. şeklinde sayılabilir.

“Her yolun başlangıcı ve izlediği yol farklı olmakla birlikte, varacağı nokta aynıdır.” Bu tarih boyunca üstü kapalı da olsa dile getirilen, kabul görmüş bir görüştür. Burada önemli olan hitap edilen kitlenin, bu yolu ve dolayısıyla düşünceyi kendisine yakın bulması, sorunlarına çare olması yönündeki gerçekçi yaklaşımlardır. Her insan, her toplum doğası gereği mutlu olmak, neslini devam ettirmek ister. Hele kendisini tanıyan, seven, güvenilir bir yol gösterici olursa mutluluğa giden yolda işler çok daha kolaylaşır, hızlanır. Sanmıyorum ki, nihayetinde acı çekmekten hoşnut olan bir toplum olsun. Hayatı, insanları ve liderleri bu açıdan değerlendirmek, izlemek ve karar vermek gerekir. Tabii ki, adil ve objektif olmak kaydıyla. Yaşadığımız coğrafyada ortaya çıkan ve çevremizdeki insanların etkilendiği, yaşamlarını ve kaderlerini düzenlediği akımlardan biri olan Bogomilizm ve onun esinlendiği görüşleri de değerlendirirken aynı sabrı ve hoşgörüyü göstermeyi unutmamalıyız. Çünkü onlar farkında olmasak ta geçmişimizi ve bugünümüzü şekillendirmişler; yarınımıza da yön veren kılavuzlar olarak hayatımızda, yanı başımızda bizimle birlikte olacaklardır.

Bogomiller: ‘Tanrı’nın Sevdiği Kullar’ . Papaz Bogomil tarafından bugünkü Bulgaristan’da kurulup yayılan Pavlikiancı bir dini akımdır. Tarih sahnesinde görüldüğü andan itibaren Heterodoksluk’la suçlanmış ve yok edilmek istenmiştir ( Heterodoksluk : Ana akımdan sapmış bulunan, sapkın görüş. Bu kavram dini gruplar arasında kendilerini kutsal metne ve din kurucusunun gösterdiği yola en uygun davranan gruplar tarafından azınlıkta kalan gruplar için kullanılmıştır. Ancak Heterodoks kabul edilen gruplar kendilerini Heterodoks değil, aksine Ortodoks –sahih- görürler ). Bogomil sözcüğü ‘Evliya yani Tanrı Dostu’ anlamına gelir. Ortodoks Hıristiyanlığa aykırı düşen bu sapkın, dinsel ve sosyal akım; Pavlikianizm adı altında ilk olarak Anadolu’da ( VI-VII. Yüzyıllarda ) doğmuş ve Anadolu kültürünün bir parçası olmuştur. Düşüncenin, Balkan Yarımadasına; Arabistan ve Orta Asya’dan gelen göç dalgalarının etkisiyle Kafkaslar ve Kuzey Karadeniz üzerinden geldiği kuvvetli ihtimaldir. Bir diğer olasılık ise Anadolu’nun o dönemdeki hakimi olan Bizans içerisinde olan bir iç göç hareketidir. Ancak bu zayıf bir ihtimaldir. Çünkü o çağda hiçbir devlet, sınır boylarındaki yerleşik halkı iç bölgelerine götürmek istemezdi. Hele bölgenin o dönem mutlak hakimi olan ve çevre ülkelerle sürekli boğuşan Bizans bunu asla yapmazdı. Bizans Devleti bu politikasını X ve XI. Yüzyıllarda zayıf düşerek, terk etmek zorunda kalmıştır. Bizans’ın Anadolu’ya sahip olduğu sürece güçlü olduğunu savunan tarihçiler; bu göçlerin neticesinde Devletin de bölgeden çekilmek zorunda kaldığını belirtmişler. Burada Selçuklu Devleti ile bağımsız Türkmen akınlarının etkisini unutmamak gerekir.


Bogomiller ( ki Pavlikianlar’ın hem maddi, hem de manevi yönden mirasçılarıdırlar ) tarihsel süreçte Bulgarlar’ın ve ağırlıklı olarak Boşnaklar’ın atası kabul edilen topluluğa verilen ortak addır. Hristiyanlığı kabul etmeyip, Onu Heterodoks anlayışla yorumladıkları için Ortodoks bir devlet olan ve Ortodoks Hıristiyanlığın koruyucusu konumundaki bölgenin en büyük devleti Bizans tarafından toplu kıyıma uğratılmış ve yok edilmeye çalışılmışlardır. O dönemde Bulgaristan, Asya üzerinden yoğun göç almakta, gelen bu yeni topluluklar da Bulgaristan’ın güçlenmesine ve Bizans’ın bu bölgede etkinliğinin azalmasına neden olmaktadırlar. Bizans Devleti topraklarının kaybolmaması ve sınır güvenliğinin sağlanması amacıyla da bu bölgede yaşayan insanların üzerinde denetim sağlayabilmek için; önce kendisine bağlı Bulgar Kilisesini koz olarak kullanmak istemiş; başarılı olamayınca da en basit yöntem olan yok etmeyi denemiştir: “ ‘O kadar çok Pavlikian kırılıyor ki Bizans Askerleri artık kan görmemek için onları suda boğarak yok etmeye başlıyor. Kadınları cariye, bütün malları da hazine geliri olarak alınıyor’. Yok olma tehlikesiyle karşılaşan Pavlikianlar zamanın hemen hemen bütün büyük devletlerine haber gönderip, durumu anlatarak, kalan az sayıdaki insanını ülkelerine kabul etmelerini istiyor. Bizans’tan çekinen devletlerin hiç biri bu çağrıya olumlu yanıt vermezken, Horasanlı Hüseyin Gazi’nin Malatya Beyliği- Emirliği- ‘gelin kapımız size açık’ diyor . Pavlikianlar da bu davet üzerine Malatya’ya geliyorlar (ki bu bölge onların VI-VII.yüzyıllarda tarih sahnesine çıktıkları yer olması bakımından önemlidir.).Burada güler yüzle karşılanıp 80 yıl kadar kalıyorlar. Bu süre zarfında Malatya Emirliği’nin Ordusu ile birlikte Bizans’a karşı savaşıyorlar. Hatta Pavlikianlar’ın Malatya’ya yerleşmesinde emeği geçen Battal Gazi ( gerçek adı Emir Ömer Ibn Abdullah’tır.Burada Battal Gazi adı bir semboldür. Araplar tarih boyunca birçok kahramanlarına bu ismi vermişlerdir.) onlardan oluşturduğu askeri birliklerle Ankara, Kütahya, Antalya, Isparta gibi kent ve yörelere akınlar düzenleyip, kaleler alıyorlar. Malatya’da güçlenen ve çoğalan topluluk; Bizans’ın topraklarından çekilmesi üzerine yurtlarına geri dönüyorlar ( Bir rivayete göre ise Bizans İmparatoru Tuna üzerinden gelen Asya kökenli saldırıları önlemek için onları zorla eski yurtlarına geri götürüyor; bu daha mantıklı bir açıklama olsa gerek. Çünkü Bizans’ın Doğu Anadolu’daki etkisi Selçuklu Devleti’nin güçlenmesi ve kontrolsüz Türkmen akınlarıyla son bulurken, Balkanlarda ise yaşam mücadelesi devam ediyordu.). Topluluk geri döndükten bir süre sonra Bogomil adını alıyor “ ( Ö.Cihan Batur: Boşnakları Soykırımdan Battal Gazi Kurtarmış.) . O dönemlerde gerek Bizans, gerekse İslam sınır kentleri, merkezden uzak olduklarından çoğu kez bağımsız hareket eden otonom çevrelere dönüşmüşlerdi. Bu Anadolu sınır kentlerinde yaşayan halklar, birbirinden nefret etmeyen bir tablo oluşturmuş, kuvvetler dengesinde yeni Bizans- İslam ilişkisi yaratma çabasına girişmişlerdi (Alain Ducellier, Byzance et le Monde Orthodoxe ). Bölgeye hakim olan devletler (Bizans ve Selçuklular) orada kuvvet bulundurmaktan çok; yöresel güçlerin vassali olmuşlar, onlardan vergi ve askeri destek dışında bir şey istememişler, iç işlerinde bağımsız bırakmışlardır.

Hıristiyanlık ve İslam Ortodoksluğu ile yine iki dinin heterodoksizminin iç içe girdiği, dostluğun, düşmanlığın, yiğitliğin, kahpeliğin ve savaşın bir arada yaşandığı bir bölgeydi burası. Toplumsal gerginlikler, bazen sert ayaklanmalara yol açar. Bu ayaklanmalarda toprak ve vergi sorunları ön planda rol oynasa da, genellikle isyanlar dinsel bir görüntü kazanırlar ve yeryüzü ile ilgili somut istek programları ortaya koymazlar. Burada dinin belirleyici ve yönlendirici baskın karakteri gözlemlenebilir.Bölgede yayılarak devlet kuran ve yerleşik halkla doğrudan ilişkiye geçen Büyük İslam Devleti’nin bazı yazarları, burada gerçekleşen Şii ayaklanmaları olarak adlandırılan köylü hareketlerini tek nedene indirgeyip, Mazdek geleneği ile ilişkilendirme yoluna gitmişlerdir. Zerdüştlük ve Manicilik reformcusu olarak ortaya çıkan devrimci İranlı Mazdek ya da Mazdak, İranlılar’ın dinsel inançlarını kaba toplumcu bir inanca dönüştürmüştür. M.S. V. Yüzyılda toplumsal, ekonomik ve dinsel bir reforma girişen Mazdek, havanın, suyun, ateşin bütün insanlarca eşit olarak paylaşıldığı gibi; malların ve mal sayılan kadınların da bütün insanlarca eşit olarak paylaşılması gerektiğini ileri sürüyor ve “ben Zerdüşt Dinini yenileştirmek için gönderildim.” diyordu. Çünkü halk Zendavest’in buyruklarını unutmuş ve yerine getirmez olmuştur. Siyasetname’nin yazarı Büyük Selçuklu Devleti’nin ünlü veziri Nizamülmülk de Şii ayaklanmalarının kökeninde Mazdek’i görür. Mazdek: “mal, insanlar arasında ortaktır; zira insanlar Tanrı’nın kulu ve Adem’in evladıdır. Her biri gereksinmelerine göre, bir ötekinin malını tüketebilmeli ve hiç kimse geçim araçlarından yoksun kalmamalıdır, malca eşit olmalıdır,” dediğinden herkes mallarını ortak duruma getirdi.( Burada Nizamülmülk’ü değerlendirirken kendisinin İran asıllı Sünni bir devletin veziri olduğunu unutmamalıyız.)

Nizamülmülk, Mazdek’in kadınları da ortak mal yaptığını, içkili seks partileri düzenlettiğini, külahını bir kadının evinin kapısına asan erkeğin rahatsız edilmeden istediğini yaptığını yazar. Oysa, Mazdek bir zevk adamı değil; fakirlik içinde bekar yaşayan bir din reformcusudur. Mani Dinine bağlı gözükür ve Mani Dini gibi, dinsel hiyerarşinin üst katları için dünya zevklerinden kaçınma kuralını getirmişe benzer. Mazdek kurtuluş için iyi eylemleri savunur; öldürmek, birine acı ve zarar vermek yasaktır. Öldürmek gerektiğinden hayvan eti yenilmez. Kıskançlık, kin, çatışma insanın kurtuluşuna engel sayılır. Mazdek; kin ve anlaşmazlık kaynağının insanlar arasındaki eşitsizlikten doğduğuna inanır, eşitsizliği kaldırmayı gerekli sayar. Ne var ki Mazdek, Mani Dininde olduğu gibi, bütün dünya nimetlerinden ve ten zevklerinden kaçınma kuralını yalnızca dinin büyükleri için getirir. Sade halkın mal sahibi olmak ve kadınları elde etmek isteğinden kurtulamayacağını kabul eder. Bu isteklerinden kurtulmaları, bu isteklerini serbestçe yerine getirebilirlerse olasıdır. Mazdek’in toplumsal öğretisi, bu düşünceden kaynaklanır.;” Yüksek Varlık, bütün insanlar eşit pay alsın diye, yeryüzüne geçim araçları koymuştur. Ama şiddet yoluyla geçim araçlarının paylaşılmasında eşitsizlik yaratılmıştır. Herkes kardeşlerinin zararına kendi isteklerini karşılamak istemiştir. Oysa hiç kimse zenginlikler ve kadınlar üzerinde ötekilerden fazla hak sahibi değildir. O halde fakire vermek için zenginden almalı ve bu yolla ilk eşitliği yeniden kurulmalıdır. Mallar ve kadınlar, su, ateş ve otlar gibi ortak olmalıdır.”

İslam yazarları, Mazdek döneminde İran’da büyük bir kıtlık olduğunu ve bu sırada Mazdek’in krala sokulduğunu ve şöyle konuştuğunu söylerler:” Aç halktan yiyecek esirgeyen ölümü hak eder “. Mazdek, halkı devlet ambarlarında saklanan besin maddelerini ele geçirmeye yöneltir. Mazdek’in izindeki halk kitleleri ayaklanırlar. Soyluların şatolarını yağmalarlar, karılarını alırlar, arazilerine el koyarlar. Sasani döneminden kalma “Tansar Mektubu’nda’ “ Soyluluktan, mevkilerden, ve ırsi mülkiyetten yoksun kişilerin, zenginliklere el koydukları” belirtilir. Bu büyük köylü ayaklanması, Mazdek ve yandaşlarının kırımıyla sonuçlanır. Üst sınıflarda korku yaratan hareket; halk kitlelerinde derin izler bırakır. Hakkında efsaneler uydurulur, romanlar yazılır. Yerleşik düzene geçerek, ilk Türk şehir kültürünün yaratıcıları kabul edilen Uygurlar’ın resmi dini de Manicilik olmuştur. Daha sonra bu topluluk Büyük Moğol Devleti’nin kurulmasında teorisyenlik ve yol göstericiliği yaparak; insanlığın geçirdiği değişime katkı sağlamışlardır (D.Avcıoğlu Türklerin Tarihi cilt II.).

Abbasiler döneminde Kuzey İran’da patlak veren Babek ve Mazyar ayaklanmaları da Mazdek’e bağlanır. Bunlara Hurremiye denilir. Hürremdiniya, Şiilik ve Mazdekçiliği birleştirir. Babek, Sünni Abbasiler’i sarsan dinsel görüntülü bir köylü hareketinin lideri olur. Kazvini adlı İranlı İslam yazarına göre; Babek, Mazdek Dinini diriltmek için ortaya çıkmıştır. Azerbeycan bölgesindeki yandaşlarını artıran Babek; Halife Me’mun ve Mu’tasım dönemlerinde köylülere dayanarak sarp kalelerde 25 yıl savaş verir. Sonunda ünlü Türk komutanı Afşin, Babek ayaklanmasını bastırır. Babek el ve ayakları kesilerek öldürülür, başı Horasan kentlerinde halka gösterilir. ( O kadar onurlu bir adamdı ki bir kolu kesildiğinde sağlam koluyla sararan yüzünü kana boyayarak müritlerinden acılı yüz ifadesini gizlemek istemiştir.).(Türklerin Tarihi age). Babek ayaklanmaları, başlangıcından itibaren Bizans’tan destek almıştır. Babek savaşçıları, Bizans’ın doğu sınırında bir nevi tampon vazifesi görmüşler, özellikle Arap akınlarının önlenmesinde Bizans’a yardım etmişlerdir. Bizans hem sınır güvenliğinin sağlanmasında onlardan faydalanıyor, hem de Babek hareketine yardım ederek İslam toplumunu yaralamayı amaçlıyordu. Bu planında da bir süre başarılı oldu. Ta ki, Hurremiye Hareketi’nin 833-34 yıllarında ilk yenilgilerini alması ve 837 yılında hareketin etkisini yitirmesine kadar.

Yine bu dönemde Pavlikianlar Fırat’ın doğusuna, kıvrım yaptığı Bizans arazisine yerleşmişler ve Malatya Emiri ile dostluk ilişkisi içinde yaşamaya başlamışlardı. Bizans’ın Anadolu eyaletlerine ( Thema’lara ) akınlar yapıp, yağmalarla yaşıyorlardı.( Pavlikian düşüncesi bu bölgede doğmuştur ve Anadolu kültürünün bir parçasıdır. Bu dinsel akım Trakya’ya geçerek Bulgaristan’da yaşayan insanlar üzerinde etkili olmuştur. Daha sonra Bizans İmparatorluğu; sapkınlıkla suçladığı bu insanları yok etmek istemiş ve sonunda onların bölgeden ayrılmalarına sebep olmuştur. IX.yüzyılın başlarında bölge halkı topluca Malatya Emirliği’nin davetiyle bu bölgeye göç etmişlerdir. Teori pratikle buluşarak, Pavlikianlar yönünden tarih yeniden yazılmaya başlamıştır.)

İlk önceleri, Emir’in onlara bağışlamış olduğu Arguvan’a yerleşen Pavlikianlar, önderleri Karbeas’ın yönetiminde 845 yıllarında Tephrike ( Divriği ) kalesinde, tam asker ruhlu bir devlet merkezi kurdular. Bu merkez Pavlikianlar’ın tarihteki en önemli yerleşim yerlerinden biri olacaktır. Bu şehir, Müslümanlar için 856, 859, 861 yıllarındaki Bizans saldırıları sırasında hazır güç oldu. Ancak sınır boyları otonomizminin özelliği olarak, Pavlikianler 863’deki Emir Ömer İbn Abdullah’ın ölümü ve Müslümanların yenilgisiyle sonuçlanan büyük sefere katılmadılar ( A. Ducellier age. ).

Bu bölge, iki dünyanın edebi destani geleneklerinin filizlendiği verimli, ortak toprağıdır ve bunlar, birbirlerine şiddetle, karşıt dinsel ve kültürel dışlamaları aşmış “ sınırboyu” insanlarıdırlar. IX. Yüzyıldan itibaren Bizans-Arap sınırboyu halklarıyla yüz yüze geliş ve karışım başlamıştır. Sınır boyu insanlarının ayrı dil, din ve kültürden olmalarına rağmen, birbirlerine hoşgörülü davranmaları ve ortak kültür elemanlarını kullanma geleneğinin oluşması, hiç kuşkusuz bölgenin siyasi durumuyla yakından ilişkilidir. Her şeyden önce bu sınırboyu yerleşim birimlerinin kısa zaman aralıklarıyla sık sık Araplar ve Bizanslar arasında el değiştirmesi, farklı inanç ve kültür topluluklarını her türlü dayanışmaya ve kaynaşmaya zorlamıştır. İstanbul Ortodoks kilisesi ve konsüllerin kararlarına olduğu kadar, Abbasi Sünni dogmatizmine ( Ortodoks İslamlığa ) aykırı inanç ve düşünceler de, merkezden uzak olmaları dolayısıyla buralarda tutunup yükselmişlerdir. İyilik-kötülük ikilemi üzerine kurulu Manicheizm’den derinden etkilenip, Hıristiyanlığa değişik bir yorum getiren Pavlikianizm bu bölgede doğup gelişmiştir. Heterodokslukla suçlanan bu öğreti Bizans Devleti tarafından sürekli işkence ve tacize maruz kalmış, gelişip serpilmesi bu yüzden uzun zaman almıştır. VII.yüzyılın başlarında Samosata’da ( Samsat’ta ) ortaya çıkan bir avuç insandan oluşan bir inanç topluluğu olan Pavlikianlar, IX. Yüzyılın ortalarında Bizans’ı sarsacak bir sınırboyu devleti kurmuşlardır. ( Yukarıda bahsedilen göçle gelenlerin yerli halkla birleşerek kurduğu birlik ). Ancak bu devletin kuruluşuna en büyük yardım, Abbasi devleti merkezinden uzak Malatya Emiri Ömer bin Abdullah’tan gelmiştir.

X. yüzyılın ortalarına doğru Bulgaristan’da Bogomilizm denilen yeni bir akım ortaya çıkıyor. Bu dini akımın kurucusu, Bogomil ( Tanrı’nın Sevdiği ) adında bir köy papazıydı. Papaz Bogomil etrafında yoksulluk, alçakgönüllülük, dua ve tövbe ile geçen bir yaşam telkin etmeye başlar. Aslında Bogomil’in öncülüğünü yaptığı bu tepki, feodal düzenin kötülüğüne karşı oluşturulan antifeodal ve antiklerikal ( din karşıtı ) bir tepkiydi. Bu tepki, Bulgar Çarı Petro ( 927-969 yılları ) zamanında köylü ayaklanmaları şeklinde ivme kazanıp, yayılmıştır. Bulgar Çariçesi Maria-İrena’nın amcası İstanbul Patriği Theophilaktes, damadı Bulgar Çarı Petro’dan iki endişe dolu mektup alır. Bu mektuplarda Çar, Bulgaristan’da ortaya çıkmış yeni bir dinsel, ama Kilise karşıtı akımı anlatmakta ve bu akımla nasıl baş edilmesi gerektiğini sormaktadır. Konuya eğilen Patrik, bu akımın Pavlikianlar’ın yeniden canlanması olduğuna karar verir. 954 tarihli cevabında, bu akımı iyi bildiğini ve bu kişilerin Kilise öğretisine geri çağrılmaları gerektiğini yazar. Ancak Patrik’in yanıtı, bu akımı alışılagelmiş bir sapkınlık olarak açıklamasına karşın, bunun Bulgaristan’da yeniden ortaya çıkışına çok şaşırdığını ve bundan etkilendiğini göstermektedir. Patriğin cevabına bakılırsa; Papaz Bogomil unutulmaya yüz tutmuş bir öğretiyi canlandırıyordu. Doğuda İstanbul’dan uzak kafaları karıştıran bu akım şimdi İstanbul’un yanı başında Bulgaristan’da, Kilise için daha da tehlikeli ve ciddi bir tehdit oluşturuyordu.

Kilise mevcut düzeni Tanrı’nın yarattığını, kötü olamayacağını ileri sürerken ; Bogomiller, idealist felsefeye bağlı kalmakla birlikte, dünyayı kötü bir gücün yarattığını söylerler. Onlara göre, ilkin İyi Tanrı vardı. Yedi gök ve ateş, su, hava ve yer olmak üzere dört öğeden kurulu evreni O yarattı. Dünyayı oğlu Şeytan ve bazı meleklerle birlikte yönetti. Fakat Şeytan sonra yedinci gökte tahtını kurarak, babasıyla eşit olmak istedi, bazı melekleri kandırdı. Tanrı, Şeytan ve yakını melekleri kovdu. Şeytan ve yardımcıları giysi ve taçlardan yoksun olarak yeryüzüne düştüler. Tanrı’nın oğlu yaratıcı gücünü koruduğundan dünyayı düzenlemeye ve kendi imparatorluğunu kurmaya koyuldu. Denizleri, bitkileri ve hayvanları yarattı. Sonunda kendinin hizmetçisi yapmak için, istediği biçimde Adem ve Havva’yı yarattı. Ama vücudunu yarattığı Adem ve Havva’ya ruh veremedi, Babasına başvurdu, Tanrı ruh yolladı; Adem ve Havva cana kavuştu.

Görünür dünyayı düzenleyip insanları yarattıktan sonra Şeytan; dünyayı yönetmeye başladı. Dünyanın ve yeryüzü krallıklarının mutlak egemeni Şeytan oldu. Bu nedenledir ki, Resmi Kilise Bogomiller’e göre Şeytan’ın eseridir. Bu görüş, feodal düzenin bekçiliğini yapan ve kendisi de en büyük feodallerden olan Kilise’ye karşı geniş kitlenin duyduğu hıncı yansıtır. Ayrıca yeni Hristiyan olan ve Şamanist gelenekleri sürdüren-ağırlıklı olarak Orta Asya kökenli- bir kısım halk da Kilise’nin kurallarına ve baskısına karşıdırlar. Yeni öğreti; (Kilise, Tanrı ile iletişimi ancak rahiplerin sağlayabileceğini söylerken ) kul ile Tanrı arasında aracıya gerek bulunmadığını, ( ruhban sınıfını yadsıyan İslam Dini gibi ) rahip sınıfının yararsız olduğunu ileri sürerler. Tapınakları, haçı, vaftizi, kilisede evlenmeyi, kilise bayramlarını, hatta Pazar gününü tanımazlar. Şamanist anlayışları Kilise baskısından kurtaran bu görüşler özellikle Orta Asya’dan yeni gelen Türkler arasında ilgi görür ( Doğan Avcıoğlu Türkler’in Tarihi cilt II s: 816-17 ).

Bogomiller Şeytan’ın kötülük ortakları olarak toprak ağalarını ve soyluları görüyorlar; yeryüzünün tüm mallarını ve zenginliklerini reddediyorlardı. Bu görüşleri onları çağımızın radikal anlayışlarına yaklaştırıyor. Yönetmekten çok yönetenleri eleştirme yolunu seçmeleri onları günümüzün Anarşistlerine benzetiyor olsa gerek. “Eğer Tanrı varsa kötülükler nereden geliyor?”. İşte Bogomiller’in yanıt bulmaya çalıştıkları soru buydu. Bu anlaşılması ve anlatılması zor mistik bir konuydu ve içinden çıkılması gerçekten imkansız gibi görünen yollara yelken açılmasını gerektiriyordu.

IX ve X. Yüzyıllarda Trakya’daki koşullar feodalitenin gelişmesine elverişliydi. Küçük toprak sahibi köylülerin aleyhine güçlü bir feodalitenin boy vermesi, köylü sınıfının sefaletine neden olmaktaydı. Bölgenin sahne olduğu sürekli savaş durumu halkın omuzlarına her gün artan vergiler yüklemekte, yoksulluğa düşen köylüler bir koruyucu aramak zorunda kalmaktadırlar.Aşırı ölçüde sert geçen 927-928 yılı kışını izleyen korkunç bir kıtlık ve veba ile birkaç yıl yinelenen kötü hasat, feodal sınıfa halka ait toprakları olabildiğince düşük fiyatlarla ya da birkaç besin maddesi karşılığında satın alma olanağı vermiştir. Bu ekonomik koşullar hiç kuşkusuz Bogomil propagandasının yayılmasına yardımcı olmaktaydı. Yaygın sefalet, bir yandan Bogomiller’in çağrısına uygun zemin hazırlarken, diğer yandan gelişen bir feodalitenin oluşmasını hızlandırıyordu. Tüm kudret ve zenginlikler bir azınlığın elinde toplanıyordu. Bu sosyal dengesizlikler Bogomiller’in sert karşı çıkışlarına yol açmaktaydı.


Bogomil izleri


Bogomil inancının sosyo-politik temeli, Bulgar köylüsünün toprak ağalarına karşı gelişen tepkisi olmuştur. Bu tepki yadsıyıcı, olumsuz, bozguncu bir tepkiydi ve hiç kuşkusuz Çar Petro ve oğullarının dönemlerinde Bulgaristan’ın gerilemesine yol açmıştı. Kozmas’ın risalesini yazdığı dönemde Bogomilizm yeni gelişen bir akımdı ve kısa süre önce Bizans İmparatoru Yohan Tzimises, Philippolis (Filibe ) civarındaki yörelere Pavlikianlar’ı göçe zorlamıştı. Bu bağlamda, hoşnutsuzluk yaratan ekonomik durumun ve yörede aniden ortaya çıkan düalist Pavlikian inançların Bogomilizm’in temelini oluşturduğu düşünülebilir. Genel kural olarak Bogomil öğretisi, Gnostik akımlardan aktarılmış düalizm ile olabildiğince tam uygulanması istenen Hıristiyan öğretisinin arasındaki gizli ya da açık karşılaştırmalarda belirginleşiyor. Bir akımın ilerleyip gelişmesi, yalnızca dış etkenler ve üyelerinin ateşli çabalarıyla açıklanamaz. Ortam elverişli, insanlar etkilenmeye hazır olmalıdırlar. Ayrıca Kilise’nin sorunlara sahip çıkamaması ve duyarsız davranması da etkin rol oynar. Bu koşullar Bulgaristan’da yeterince bulunuyordu.

Bogomiller ne et yiyorlar ne de şarap içiyorlardı; evliliğe de karşıydılar. Topluluklarında hiyerarşik bir düzen yoktu. Birbirlerine günah çıkartıyorlar, birbirlerini affediyorlardı. Zenginleri eleştiriyorlar, soyluları aşağılıyorlar ve sıradan insanları edilgin bir direniş göstererek, efendilerine başkaldırmaya davet ediyorlardı. Bogomil akımının başarısı, Kilise’nin zenginlik ve ihtişamı ile papazların değersizliklerinin yarattığı düş kırıklığından kaynaklanan toplu bir adanmışlıkla açıklanabilir. Ancak asıl etken, giderek yoksullaşan ve toprak köleliğine bile razı olan Bulgar köylülerinin, toprak sahiplerine ve Bizans işbirlikçilerine duydukları nefrettir.


Ortodoks inançlarına bu denli karşı çıkan bir öğretinin ister istemez bölgenin sosyal yaşamının tüm ögeleri üzerinde önemli yankıları olmuştur. Özellikle Kilise ile Devlet çıkarlarının böylesine iç içe olduğu bir dönemde Ortodoks inancının reddi kaçınılmaz olarak yasalara bir başkaldırı ve toplumsal düzenin tümüne yöneltilmiş bir meydan okumaydı. Bogomiller halkı sivil itaatsizliğe çağırıyorlardı; efendilerine itaat etmemeyi, zenginleri hor görmeyi, Çar’dan nefret etmeyi, Çar’a hizmet edenleri alçak olarak değerlendirmeyi, soyluları gülünç duruma düşürmeyi, her ırgata ağası için çalışmayı reddetmeyi öğütlüyorlardı. Bu sosyal anarşizme karşı Kilise, siyasi yetkenin kutsallığını ileri sürerek karşı çıkmaya çabalıyor, Çar ve soyluların Tanrı tarafından görevlendirildiklerini ileri sürüyor ve halktan mutlak itaat istiyordu.

Gönüllü yoksullukla birlikte, çalışmanın Bogomiller tarafından hor görülmesi, gezgin keşiş tipini ortaya çıkarmıştır. Bogomiller’e verilen bir diğer ad Türkçe torba sözcüğünden türemiş olan ‘Torbeshi’ ifadesidir. Torbeshi; gezgin Bogomil keşişlerinin omuzlarına astıkları ve içine aldıkları sadakaları koydukları torbadan kaynaklanmaktadır. Bu tür davranış biçimi Uzakdoğu’da Budistler ve OrtaAsya’da Şamanlarda görülür. Din adamları böyle yaparak, çalışmamanın erdemine ulaşıyorlardı. Günümüzde Torbeshi adı, Makedonya’nın Müslüman Bulgarları olan Pomaklara verilen bir addır.

Bizans İmparatoru II. Basil’in 1018 yılında Bulgaristan’ı fethinden sonra bir çok Bulgar soylusu zorla İstanbul’a yerleştirilmişti. Bu soylular ve hatta bazı Bizanslı papazlar tarafından kabul edilen Bogomilizm kendi teolojisini geliştirme çabasını sürdürdü. Tabii bu genişleme ve gelişmenin sonucu katı kuralcı ve esnek olmayan yapı değişime uğramak zorunda kalmıştır. Bu teolojik çabalar sonunda Bogomil akımı ikiye bölündü. Şeytan’ın yetkesini kabul ederek, onu ezeli ve mutlak bir tanrı olarak görenler “Dragovitsa Kilisesi” adıyla örgütlendiler ( Dragovitsa, Trakya ile Makedonya arasında bir köyün adı ). Şeytan’ı İsa’nın kötü kardeşi olarak gören eski Bogomiller ise “Bulgarlar” adını aldılar. Dragovitsa kolunun mutlak bir düalizmi, Bulgarların ise ılımlı bir düalizmi savunmalarına karşın, iki grup birbirine hoşgörü ile bakmaktaydı. Bu dönemde Bogomilizm hızlı bir atılım gösterdi; üyelerinin sayısı artarken, Anadolu ve Balkanlar’da yeni topluluklar oluştu.

X. yüzyıl sonlarına doğru Bogomil toplulukları içinde hiyerarşik bir yapı gelişmeye başladı. Rahipler ve inananlar birbirinden ayrıldı. Dua ve oruç, kesinlikle uyulması zorunlu uygulamalar haline getirildi; giderek törenlerin sayısı ve ayrıntısı arttı. Bir köylü hareketi olarak başlayan akım, XII. Yüzyıl sonlarında, ayrıntılı törenleri ve Hıristiyanlıktan giderek uzaklaşan düalist eğilimleri olan bir manastır tarikatı haline geldi.

XII. yüzyılın başlarında, Bogomiller’i baskı altına almak amacıyla Kilise örgütlenmeye başladı. Bunun üzerine Bogomiller Balkanlar’ın kuzeyine çekildiler. Buradan yola çıkan Bogomil misyonerleri Batı Anadolu ve Ege Denizi’nde, Dalmaçya, İtalya ve Fransa’da faaliyet gösterdiler. Bazı dönemlerde Bogomilizm, devlet düzeyinde de başarılar kazandı. Örneğin; XIII. Yüzyılın ilk yarısında Ban Kulin ( 1180- 1214 ) yönetimi sırasında Bulgaristan ve Bosna’da resmi din olarak benimsenmiştir.

Bogomilizm’de tarih boyunca görülen bir başka belirgin özellik ise değişebilirlik ve koşullara uyum sağlayabilirliğidir. Bu uzlaşmacı nitelik, çağrı etkinliklerini sürdürebilme ya da baskıları atlatabilme fırsatını tanımaktaydı. Bogomiller, diğer dinlerle yada din dışı akımlarla bağdaşmaktan çekinmezlerdi. Bu eğilim zamanla daha belirgin biçime dönüştü.ve XIII. Yüzyıldan başlayarak Paganizm, büyü ve batıl inançlarla iç içe geçti. Bu durum, herhangi bir sapkınlığı Bogomilizm olarak tanımlayan Ortodoks eğilimi haklı göstermiştir. Bir kez daha görülmüştür ki; gereğinden hızlı büyüyen akımlar bozulmaya, yozlaşmaya ve tabanından uzaklaşmaya başlarlar. Kavimlerin yeni yurtlar bulmak amacıyla sürekli yer değiştirdiği; yeni ulusların, toplulukların oluştuğu, yeni anlayışların yerleşip, büyüdüğü dönemi çoktan unuttuk. Düşünün ki, tanımadığınız, tanımak ta istemediğiniz binlerce kişi topraklarınızı istila ediyor.Ama geçici, ama kalıcı olarak sizleri yerlerinizden ederek topraklarınıza yerleşiyorlar. Sürekli gelen yeni insanlar, yeni göçler ve onların beraberinde getirdikleri felsefi ve düşünsel akımlar, ister istemez yeni anlayışların, yaşam tarzlarının ve kültürlerin doğup gelişmesinde zorlayıcı bir rol oynuyorlar. İnsanlar çaresizce güçlü olanın, kendisine yaşam imkanı sağlayanın yanında olmak, onu benimsemek, desteklemek zorunda kalıyor. Bu davranış biçimi günümüzde de geçerliliğini korumakla birlikte, geçmişte daha bariz ve acımasız olarak uygulanmıştır. Çünkü insanlar örgütsüzlüğü, çaresizliği ilkel yaşamın kendine has sıkıntılarını, cahillikleriyle birleştirerek, kaderci olmayı öğrenmişler; dinin kendilerine bahşettiği umudu yaşatmak için çabalamışlardır. Bir kurtuluş umudu ve yaşam biçimi vaat eden dinsel akımlar onları alıp, sahte cennetlere, bir anlık mutluluklara ama afyonla, ama dünya nimetlerini tattırarak, götürmüşlerdir. Tıpkı Batınilik inancında olduğu gibi: Bu akım Alevilik inancının kilometre taşlarından biridir. Hasan Sabbah tarafından kurulan bu mezhep Kur’an’daki her ayetin açıkça görünen manaları dışında Batıni ( saklı-gizli ) anlamlar taşıdığı ve bunların ancak imamlar tarafından bilindiği esasına dayanır. Mezhebe girenler zahirde bulunan- görünen- bütün dini vecibelerin cahiller için olduğu; Batıni olanlar için namaz, oruç dahil hiçbir ibadete gerek kalmayacağı, tüm dini yasakların kaldırılmış olduğu görüşünü taşırlar. Alamut Kalesini kendilerine üs yapan mezhep; 1092-1256 yılları arasında çeşitli suikastlerle insanlara korku salarak, varlığını ve etkisini sürdürmüştür. Bu akım, XII.yüzyılda Ahmet Yesevi’nin çabaları ve çalışmaları sayesinde Babailer hareketinin ilham kaynağı olmuştur. Babailer hareketi de Bektaşiliğin mayasını oluşturmuştur. Sünni İslam inancının gücü ve zor kullanmasına rağmen; İslam Dininin vecibelerini Şamanist Türk inancıyla yoğurup; yeni bir sentez yaratan bu mezhepler; göç yoluyla Anadolu ve İran’a gelen Türkler arasında –özellikle- yayılmış, göçebe toplulukların resmi inancı haline gelmişlerdir. Özgürlüğüne düşkün Türkmenler tarafından Selçuklu Devleti’nin baskı ve zorlamasına rağmen benimsenmiş; yayılması için çaba harcanmıştır. Tutucu Sünni inancın yanında heterodoks olan bu akımlar, Anadolu’nun Ortodoks Hıristiyan olan yerli halkı tarafından da hoş karşılanmış; gelen göçmen Türkmenler’in buralara yerleşmelerini kolaylaştırarak, hızlandırmıştır. Anadolu ve daha sonra Rumeli’nin Türkleşmesi’nde bu heterodoks İslami akımların etkisi yadsınamaz. Osmanlı Devleti’nin Yeniçeri ordusunun da resmi ideolojisi olan bu görüş 1826 yılında ordu lağvedilene kadar; Osmanlı’nın görünen ideolojisi olarak vitrinde kalmıştır. Sünni devletin Bektaşi-Alevi ordusu gittikleri her yere hoşgörü, tolerans ve hümanist anlayışlarını götürmüşler; evrenselliğin güzelliklerini, kardeşliği daha o yıllarda tanımadıkları insanlara yaşatmışlardır.

Her tutucu inançta olduğu gibi Yunanistan’da da; Katolik mezhebinin kuraldışı-heterodoks- olan Latinler ve Venedikliler’in egemenliğinde olan Yunan Adaları, Ortodoks papazlara büyük tedirginlik veriyorlardı. Örneğin, 1346 yılında Aydın Beyi Umur Paşa Venedik temsilcilerine şöyle der:

“İzmir’e karşı düzenlenen Haçlı Seferleri’nde hiç korkmuyorum; çünkü Hıristiyan dostlarım var”.Umur Paşa’nın Hıristiyan dostları heterodoks inançlı olan Katolik gelfler ve Gibelinler’di. Bunlara sahte Hıristiyan denirdi. 1330 yıllarında, bu sahte Hıristiyanlar Efes yakınlarında yeni bir kent kurmuşlardı ve orada Türklerle birlikte, Ege Denizi’nde bulunan Latin Adaları’na akın düzenliyorlardı. Bu heterodoks sahte Hıristiyanlar Katolik veya Ortodoks inançlı Hıristiyanlara karşı Türklerle işbirliği yapıyorlardı. Sahte Hıristiyan olarak nitelenen bu kesimler Bogomiller ve onların bir kolu olan Katharlar’dı. XIII. Yüzyılda, Alaşehir’de ( Eski Philadelphia ) 16 Kathar kilisesi vardı. 1341 yılında,Umur Paşa Korinthos Körfezine bir akın düzenleyerek Türkler’in Keşişlik Adası dedikleri adayı ele geçirmişti. Bu ada Umur Paşa döneminde kuraldışı ( heterodoks ) inançları olan Fransiskanların merkeziydi. Bunlara Kuraldışı Fraticelli denirdi. Fraticelliler İsa ve Havari gibi dünya malına değer vermeyen fakir bir hayat tarzında yaşıyorlardı. XIV.yüzyılda onların fakirlik ideali bütün Yakın Doğu’ya ve Kilikya’ya yayılmıştı. Fraticelliler, ayrıca Hazar Türkleri’ne de vaiz gönderiyorlardı. Bizans tarihçisi Dukas’ın yazdığına göre, 1415 yılında Börklüce Mustafa, Aydın vilayetinde fakirliği, malların ortak kullanılmasını ilan etmişti. Söylediği “Hıristiyan’a kafir diyen bir Türk, kendisi kafirdir” sözü ünlüdür. Börklüce’nin müritleri başları açık, yalın ayak gezerlerdi. Kalender gibi basit bir gömlek giyerlerdi. Börklüce Mustafa’nın Sakız Adası’nda yaşayan Cenevizliler ile ilişkileri vardı ve Samos Adasında bulunan bir keşiş ile sıkı bağlar kurmuştu. Bu yaşlı keşiş kendisini müridi gibi sayıyordu. Börklüce Mustafa isyan eder ve sonunda yakalanarak, çarmıha gerilir, müritlerinin önünde kesilerek parçalanır. Börklüce’nin cezası kendisiyle ortak hareket eden diğer isyancılardan farklıydı. Şeyh Bedrettin ve Kalender Dervişi Torlak Kemal asıldılar. Bu üç olay aynı zamanda yer almasına ve üçünün de hedefinin devleti yıkmak olmasına rağmen farklı görüldüler. Şeyh Bedrettin isyanı ve Torlak Kemal’in ayaklanması İslam çerçevesinde algılanıyor; verilen ceza işledikleri suça göre oluyordu. Fakat Börklüce Mustafa hem yoldan sapmış, hem de dinine münafık görünüyordu. Nitekim Samos ve Sakız Kafirleri yani Fraticelliler ile bağları kurmuş ve onlar gibi fakirliği ve malların ortaklaşa kullanılmasını vaaz ediyordu. Onlara göre din evrensel olmalı idi.Hıristiyanlara, Müslümanlara, ve Yahudilere bir tek evrensel din yeterliydi. Bu da Evrenselcilik ve Ortaklaşacılık gibi Bogomiller’in savunduğu idealleri simgeliyordu.

XII-XIII.yüzyıllarda Bogomiller Ege bölgesine yerleşmeye başladılar. Bu yerler eskiden beri hererodoks olan yerlerdi. Önceleri Menderes Havzası’nda bulunan Alaşehir ve İzmir civarına yerleştiler. Daha sonra Bogomilizm Antalya körfezine kadar yayıldı. Antalya’da en önemli Bektaşi Tekkelerinden biri olan Abdal Musa Tekkesi bu dönemde kurulup gelişmiştir. Anadolu’nun doğusunda da Pavlikianizm’den gelen topluluklar vardı; onlardan biri olan Tondrakiler, XIX.yüzyıla kadar varlıklarını sürdürmüşler, daha sonra Müslüman olmuşlardır.

Çoğu zaman dine aykırı topluluklar birbiri üstüne yayılmaktadır. Örneğin; bugün Alevi nüfusu kalabalık olan Sivas-Divriği-Erzincan Bölgesi Bizans zamanında Pavlikianlar’ın merkezi idi. Bu yerlerde yaşayan düşünce ve inançlar birdenbire kaybolmadılar. Başka bir biçim alarak yaşamaya devam ettiler. Aynı nitelikleri Deliorman’da görebiliriz. Deliorman asırlardan beri muhtelif isyancıların sığınak yeri olmuştur. Orada ve diğer Balkanlar’da da değişik düşünceler ve inançlar birbirine karışmışlardır. Bu karışım Bektaşi ve Mevlevi Tekkeleri’nin kurulmasını kolaylaştırmıştır. Bu birbirine karışan ve birbirini etkileyen akımların ortak özellikleri olarak; hoşgörülük, hümanizm, kardeşlik, şiddetten kaçınma eğilimleri gösterilebilir. ( Uluslar arası Anadolu İnançları Kongresi Bildirisi- İrene Melikoff, Fransa )

XIV. Yüzyılda Bogomilizm etkisini yitirmeye başladı. Osmanlılar’ın Bulgaristan’ı (1393 ) ve Bosna’yı ( 1463 ) fethetmelerinden sonra büyük çoğunluğu İslam Dini’ne geçti; Bogomil mezhebine bağlı Bosnalılar’ın( Boşnaklar’ın ) çağlardır çektikleri acılardan sonra kaybedecek bir şeyleri yoktu. Bu yüzden Osmanlı’nın işgali ve dini propagandası kolay olmuştur. ( Osmanlılar fetihten önce fethedecekleri memleketlere Bektaşi ve Mevlevi müritlerini göndererek, fetih için zemin hazırlıyorlar, altyapı oluşturarak, kendilerine taban yaratıyorlardı. Üst paragrafta bahsedilen özel durum da ortamı sağlayan en etkin detaydır.)Bu sayede Mevlevi ve Halvetiler’in mistik kardeşliği ülkeye yerleşti. Müslüman fikirlerini ve ayinlerini yaymaya başladılar ve özellikle yeni yeni Katolik ya da Ortodoks olmuş Hıristiyanlar arasında başarılı oldular.

Bogomilist Boşnaklar, savaş kabiliyetleri, Macarlar’ı iyi tanımaları ve Papalığa karşı derin bir kin beslemeleri sebebiyle, Macaristan ile yapılan savaşlarda etkin bir rol oynamışlardır. Müslüman Boşnaklar her zaman Osmanlı Devleti’nin kuzeybatı sınırını yalnız başlarına savunmuşlardır. Boşnaklar Türk hakimiyeti devam ettiği sürece sadakat ve fedakarlıkla vilayet makamına tabi olmuş ve Bosna, Osmanlı Devleti’nin bir kalesi olmuştur.

Fatih Sultan Mehmet Bosna’yı aldığı zaman sadece Katolikler’e değil Bogomil mezhebindeki Bosna Hıristiyanlarına da özel ilgi göstermiş, hatta onları devlet hizmetine alarak, yetişmelerini sağlamış ve Osmanlı sevk, idare, yönetim organizasyonunun esas elemanları arasına almıştır.

Bogomiller, Hz. İsa’yı Allah’ın kulu olarak kabul etmeleri ve Hz. Muhammed’i tanımalarından dolayı Müslümanlığa daha yakındılar. Türklerin, vicdan hürriyetine hürmet göstermeleri, birkaç asır Katolik Kilisesi ile bu mezhepteki kralların ve Macarlar’ın zulmüne uğrayan Bogomiller’in toplu olarak İslamiyet’i kabul etmesine sebep olmuştur. 1463 yılında Bosna’yı fetheden Fatih Sultan Mehmet 1478 tarihli bir ferman yayınlayarak; Bosna halkına gelecek garantisi vermiştir:

“Ben Fatih Sultan Mehmet Han, bütün dünyaya ilan ediyorum ki, kendilerine bu padişah fermanı verilen Bosnalı rahipler ve kiliseleri ve her din ve milletten herkes himayem altındadır ve emrediyorum ki, ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkarlardan, ne de İmparatorluk vatandaşlarından hiç kimse bu insanların özgürlüklerini sınırlamayacak ve onlara zarar vermeyecektir.” Bu metin Bosna’da Foynica Kenti’ndeki Fransisken Kilisesi’nin ( Heterodoks Fraticelliler ) duvarında 1478 tarihinden beri asılı duran Fatih Sultan Mehmet Han’ın fermanının özetidir.

Toplumların duygularına hitap eden, mevcut sorunları çözme gerekçesiyle ortaya atılan radikal görüşler; yabancılık çekmediği, halkla bütünleştiği oranda hem kalıcı olur, hem de etkisini artırarak gelecek nesillere miras kalırlar. Orta Asya halklarının geleneksel Şamanist inançları, Uzakdoğu’nun mistik dinleri, İran’da ortaya çıkan Zerdüş Dini ve onun devamı olan Mazdekçilik, Irak’ta ortaya çıkan Alevilik, onun biraz değiştirilmiş katı bir şekli olan Şiilik, Mazdek’ten esinlenen Babek Hareketi, Pavlikianistler, Bektaşiler, Kızılbaşlar, Babailer ve Bogomiller…Her biri aynı coğrafyanın ürünü olan, aynı kaderi paylaşan insan toplulukları içinden çıkan, kardeşliği, dostluğu ve hümanizmi savunan; ortaya çıkış sebepleri ve çözüm önerileri benzer olan dinsel akımlar. Bu toprağın, bu bölgenin, bu insanlığın mirası olarak; insanlık yaşadığı sürece varolacak, savundukları görüşler yabana atılamayacak, ortak kültürel mirasımız olarak yaşayacak, yaşatılacaklar. Kardeşlik, dostluk, eşitlik, sadelik ve barış gibi evrensel değerler zamanına göre radikal kabul edilse de günümüzde kimsenin reddedemeyeceği ortak idealler olarak görülmektedirler. Zamanının radikal unsurları; günümüzün masum isteklerine dönüşse de önemlerinden hiçbir şey yitirmemişlerdir. Görüşleri yaşatan, insanlar ve karşılamak zorunda oldukları ihtiyaçlarıdır. Ben inanıyorum ki bu görüşler; üzerlerinden yüzyıllar da geçse eskimeyecekler, toplumların sahip oldukları en büyük hazine olarak yaşayacaklardır.

Bogomiller’in üstlendikleri toplumsal anarşizmin rolü abartılarak, Ortaçağ’ın Komünistler’i gibi değerlendirilmemelidirler. Bogomilizm’in eşitlik ilkesi; yoksulluk ve ahlaki saflık arayışlarından türemiştir. Feodaliteye karşı savaşımları adeta iyilik ve kötülük arasındaki kozmik savaşın toplumsal düzene oturtulması gibiydi. Yalnızca bu anlamıyla bile Bogomilizm , feodalitenin gelişimine karşı koymuştur, ama esas olarak hiçbir zaman bir politik akım biçimine dönüşmemiştir. Bogomiller her şeyin üstünde dinsel vaizler olarak kalmışlar, sivil işlevlere ilgi duymamışlardır.

ÜNER ERTEM
TC. Trakya üniversitesi - İpsala meslek yüksek okulu

Offline Chechliya

  • Ace
  • Advanced member
  • *****
  • Posts: 322
  • Gender: Male
  • Flight instructor
    • Pomak Leaks

Offline daylek

  • Adviser
  • ****
  • Posts: 551
  • Gender: Female
  • pomakinka gorda sam jena... SorguluYorum
Ynt: Bogomiller - Heterodoks Pavlikianlar
« Reply #2 on: November 09, 2008, 19:28 »
sivil işlevlere ilgi duymamışlardır evet ama bogomiller temelde sivil yaşamın verimsizliğinde ve kötülüğünde kök salmışlar ve var olmuşlardır. ortaçağda böyle olmasıda çok normaldir çünkü ortaçağ bilimin ve us' un sığ noktasında vardır ve insanlar tarihsel tekrarların çöküş kısmında ve sadece sorgusuz aidietler ile yaşamakta idi ve anarşist hareketlerin temelleri hep aynıdır vücut buldukları alanlar farklıdır. o yüzden bogomillerin temellendikleri ve ilerledikleri alan çok farklıdır.

ve şahsi fikrim hernekadar itiraz edilen şey kaybolmasada, başlangıç ve son farklı olsada öz de son derece insani ve asil bir karşı duruştur. köleliğin yasallaştığı, insanların baskı altında ve korkutularak sadece nefes aldığı toplumlarda çıkan isyanlar bazında düşündüğümüzde durum budur.