Author Topic: Rodop Müslümanlarının Dramı  (Read 5538 times)

0 Members and 1 Guest are viewing this topic.

Offline Тоска

  • Charter member
  • *****
  • Posts: 2348
  • Gender: Male
  • % 100 + POMAK
Rodop Müslümanlarının Dramı
« on: September 17, 2009, 10:47 »
Rodop Müslümanlarının Dramı

(Anılar, Anlatılar, Edebî Eserlerden Satırlar)
Prof. Dr. Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy


Rodop Dağları, Bulgaristan ve Yunanistan topraklarının bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu coğrafî bölge Doğu Rodoplar ve Batı Rodoplar olarak ikiye ayrılır.

Daha büyük yerleşim yerleri: Kırcaali, Madan (Osmanlılar zamanında-belgelerde=Madanköy), Smolyan (1934’e kadar=Paşmaklı), Velingrat (1948’e kadar: Çepine, Lıjene/Ilıcalar ve Kamenitsa), Peştere.

Daha küçük kentler: İvaylovgrat (1934’e kadar=Ortaköy), Krumovgrat (1934’e kadar=Koşukavak), Momçilgrat (1934’e kadar=Mestanlı), Cebel, Ardino (Eğridere), Zlatograt (1934’e kadar=Darıdere), Rudozem (1934’e kadar=Palas), Devin (1934’e kadar=Dövlen), Dospat, Batak, Çepelare (Çepelli), Laki.


Rodoplar

Bu dağlık bölgede yoğun olarak Müslümanlar (Türkler ve Pomaklar) yaşamaktadır. 1880’lerin başında Rodoplar’ı da ziyaret eden ünlü tarihçi K. İreçek, etnik tabloyu görünce Kırcaali ve Arda nehri vadisi gibi arı (temiz) Osmanlı bölgesi başka yerde yoktur, diye yazılarında vurgulamıştır.

Osmanlılar döneminde buralarda Türk-İslâm kültürü gelişti. Zamanın eğitim merkezleri olan medreseler bölgenin kültürel kalkınmasında önemli rol oynadı. XIX. yüzyılda sadece Doğu Rodoplar’da 50’den fazla medrese vardı. Akpınar (Beli izvor), Paşmaklı (Smolyan),   Çepinli (Çepintsi) medreseleri ise en meşhur eğitim ocaklarıydı. Rodop halkı huzur içinde yaşamaktaydı. Ancak XIX. yüzyılın ikinci yarısında huzurun yerini büyük felâketler aldı. Olanlar buradaki Müslüman halka da oldu. Birçok tarihî olaylar sanat eserlerine konu oldu. Çekilen çileler belleklerde derin izler bıraktı. Anıları, anlatıları ve sanat eserlerinden bazı sayfaları kaynak olarak seçtim ve gerçekleri sergilemeye çalıştım. Gelişen tarihî olayları takip edelim:

1876 BULGAR İSYANI

A. Otlukköy Olayları.
   Bulgar İsyanı olarak tarihe geçen olaylar Güney Bulgaristan’ın Filibe ve (Tatar) Pazarcık bölgesinde patlak verdi ve Türk, Müslüman halka da derin yaralar açtı. Nisan Ayaklanması olarak da bilinen isyanın söz konusu bölgede patlak vermesi bir rastlantı değildi. Rusya’nın teşvikiyle Osmanlı Devleti sınırları dışında hazırlanan bu isyanın Bulgar halkı tarafından desteklenmediği bir gerçektir. Sadece Filibe bölgesinde gerçekleşti, çünkü Filibe İstanbul’a yakındı ve Rusya’nın İstanbul Büyükelçisi Graf İgnatiev’in etkisi burada güçlüydü. Filibe’de Viskonsolü görevinde bulunan Bulgar Nayden Gerov, bu bölgenin Avratalan (Koprivştitsa) köyünde doğmuş, Rusya’da (Odesa’da) eğitim görmüş, Rusya uyruklu biriydi. Otlukköy’ün de isyanın bir merkezi olarak seçilmiş olması bir rastlantı değildi-Nayden Gerov’un doğduğu bölgeydi ve buralarda kendisini destekleyenler bulunabilirdi. İsyancıların lideri Georgi Benkovski de Avratalan (Koprivştitsa) doğumluydu.

İsyanın önderlerinden biri olan ve daha sonraları Bulgaristan Ulusal Meclisi Başkanı görevine kadar yükselen Zahari Stoyanov, Doksanüç Harbinden birkaç yıl sonra yayımladığı “Bulgar İsyanları Üzerine Notlar” adlı eserinde isyan hakkında gerçekleri açıklamış ve sadece Türk köylerini değil, Bulgar köylerini de kendilerinin yaktıklarını, birçok masum Türkü, nasıl vahşice öldürdüklerini itiraf etmiştir.

Yukarıda da belirtildiği üzre, (Tatar) Pazarcık şehrine bağlı Otlukköy (Panagürişte), ayaklanmanın merkezlerinden biri olduğundan, buradaki olaylar bütün şiddetiyle çok çabuk gelişir. Z. Stoyanov’un eserinden şu satırları okuyalım:

“Sükünetin koruyucuları veya daha doğrusu, Sultan idaresinin temsilcileri, Hükümet Konağı önündeki kanepelere, güneşe karşı uzanmışlar, ayaklarını yukarı kaldırıp rahatça geriniyorlardı. Bay İvan’ın evindeki silâh sesleri dahi onları hâlen ürkütmemişti”.

Ayaklanmanın liderleri Panayot Volov ve Georgi Benkovski isyancıları meydanda toplarlar ve burada bulunan beş-altı Türk öldürülür:

“Öldürülen beş-altı Türkün cesetleri yere serilmişti. Cesetler, fırıncı çeteli gibi doğranmış ve biçimsizleştirilmişti. Çünkü her gelen, bıçağını kanlamak için artık çoktan soğumuş cesetlere acımasızca saplıyordu. Birçokları da parmağını kana batırıp yalıyordu. Böyle bir hareketin şarapla ekmek yeme ayini yerine geçeceği anlamı vardı. P. H. S. sadece yalamakla tatmin olmadı ve cesedin üzerine eğilerek yaraların üzerinde birikmiş kandan bir avuç aldı ve şerbet gibi içti”.

Yazar, manzarayı bu biçimde açıklayarak isyancıların son derece iğrenç hareketinin Türklere beslenen kinin, nefretin bir ifadesi olduğunu ve her öldürülen Türk, Bulgarlar’da büyük sevinç duyguları yarattığını vurguluyor…

Ayaklanmanın lideri G. Benkovski ve yardımcısı Z. Stoyanov, köylüleri zoraki isyana teşvik etmek için Bulgar köylerinden Smolsko, Kamenitsa ve Rakovo’nun yakılmalarını uygun görüyorlar. Z. Stoyanov şöyle anlatıyor:

“Petriç’ten gitmeden önce sadece Benkovski ve ben (Bulgar köyleri olan-H. S. Y.) Smolsko, Kamenitsa ve Rakovo köylerini gizlice yakarak köylüleri isyana mecbur ettik”.

Bulgar köylüleri, köylerini Türkler ve Çerkezler tarafından yakıldığını sanarak, bunlara karşı nefretleri de artar. Bunun için köyleri alevler içinde bırakılmış Bulgarlar, isyancı çetelere bir kurtarıcı gözüyle bakmaya, isyancılara yardım etmeye başlarlar:

“Smolsko’dan olanlar, gözyaşlarıyla bize köylerinin nasıl yandığını anlattılar. Onlara göre, köyleri canavar Çerkezler tarafından yakılmıştır. Biz, Smolsko yönünden geldiğimiz ve Çerkezlerden kendimizi kurtarabildiğimiz için alkışlanıyorduk. Smolsko, Kamenitsa’dan olan isyancılar ise bizi görünce sevindiler. Çünkü bizim burada bulunmamızla köylerini daha iyi koruyabileceklerini sanıyorlardı. Zavallılar! Onlar, bizim en korkunç katiller olduğumuzu bilmiyorlardı”.

İsyanın başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra isyancılar, çete başı G. Benkovski’yi öldürmek isterler:

“Akşama doğru çeteciler arasında, halka her türlü yardım ve başarı vaad ederek onları isyana teşvik eden voyvoda Benkovski’yi ve arkadaşlarını, Otlukköylü birkaç isyancının öldürmek istedikleri söylentileri ortaya yayıldı”.

Olayların böyle cereyanından sonra isyancılar çarpışmak istemez ve:

“İsyanına da, çarlığına da, voyvodasına da lânet olsun!” derler.

İsyancılar gizlenmek için dağlara çıkar. Voyvoda G. Benkovski, alevler içindeki köyleri işaret ederek:

“Amacıma ulaştım artık! Zalimin (Türk Devletinin-H. S. Y.) kalbinde öylesine bir yara açtım ki, bu yara hiçbir zaman kapanmayacak! Rusya’ya gelince-emretsin, yeter!... dedi ve gidip bir kayın ağacının altına oturdu”.

Kocabalkan’da sefil bir durumda dolaşan isyancılar, hayal kırıklığına tamamen uğramış ve bu kişileri teselli edecek herhangi bir tatlı söz söyleyecek bulunamamıştı:

“Allahım, O (Benkovski-H. S. Y.), nasıl tavsiyelerde bulunabilirdi ki, nasıl bir umut olabilirdi? Artık yalanlar da bitmişti”.

Çetenin voyvodası G. Benkovski ile gitmek isteyen isyancılar:

“-Voyvoda! Papaz dede! Bizi bu ıssız, güneş görmeyen ve rutubetli yerde bırakıp gitmeyin! Köylerimizi yaktırmak için bizi aldattınız şimdi de bizden kaçıyorsunuz!.. arkamızdan ümitsizlik, çaresizlik içinde acı acı bağırıyorlardı”.

Millî karakteri olmayan ve dışarıdan hazırlanan bu ayaklanmayı gerçekleştirenlerin ardında Rusya’nın bulunduğunu Bulgar halkı çok iyi biliyor:

“Üç sığırtmaçtan en yaşlısı, kuzey yönünü parmakla işaret ederek: Sizin bu işinizin arkasında büyük  “Ayı” Rusya duruyor galiba ve sizlere onun adamları desem yanılmam”, dedi."

B. Batak Olayları.

  Batı Rodoplar’ın Batak köyündeki olaylara da Bulgarlar sebebiyet verir. İsyancılar 200’ü aşkın Türk, Müslüman kadın ve çocuğunu diri diri yakmışlardır. Bölge halkı arasında yaygın olan anlatılara göre öldürülen Türk ve Müslüman erkekler arasında Tımraşlı Ahmet Ağa’nın iki oğlu da bulunmaktadır. Vergi memuru olarak oralarda bulunan ve vergi toplayan iki kardeş Bataklı isyancılar tarafından vahşice öldürülürler… Bu acı haber duyulur duyulmaz Tımraşlı Ahmet Ağa başkanlığında Müslüman halk, isyancılardan intikam alır. Rusya’nın Filibe Viskonsolü Nayden Gerov, etraf köylerin mezarlıklarından da taze mezarları açtırarak, çıkarılan cesetleri Batak köyüne taşıttırıp Türk Müslüman kafalarını üst üste yığdırmış ve resim çektirmiştir. Bu acımasızlık, Türklerin Bulgarlara yaptığı bir vahşet olarak dünyaya ilân edilmiş, Avrupa Komisyonu bu köye götürülmüştür. Böylece bir dünya kamuoyu oluşturulmuş ve Osmanlı Devletinden suçlu Müslümanların cezalandırılması istenmiştir. Nice masum Türkler, nice masum Müslümanlar haksız olarak cezalandırılır… Rusların yaygaraları sayesinde Avrupa’ya ve dünyaya Bulgar katliamı olarak tanıtılan olaylar, aslında bir Türk, bir Müslüman katliamı olarak da gelişmiştir…

1877/78 OSMANLI-RUS HARBİ

   1876 Bulgar İsyanında yaşanan acı olayların onulmaz yaralarına bir yıl sonra, 1877/78 Osmanlı-Rus (Doksanüç) Savaşının büyük felâketi de eklenince, neden Filibe ve (Tatar) Pazarcık bölgesinden göç edenlerin sayısının pek çok olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bu savaş bir fırsat bilinerek masum Türklerden, Müslümanlardan 1876 yılı isyanının intikamı vahşi bir biçimde alınmıştır.

Eski Zağra’dan sonra ilerlemekte olan dehşet saçan Kazaklar ve öteki Rus askerî birlikleri katliamları sürdürmüşlerdir. Filibe ile Pazarcık arasındaki Kırçma (Kriçim) vadisinde canavarlıklar geniş boyutlara ulaşmış, Türk köylerinin, Türk evlerinin yağmalanması, yakılması olayları Türk halkını panik içinde göç yollarına düşürmüştür. Söz konusu vadide Rus askerleri ve Bulgarlar tarafından onbinlerce Türkün öldürüldüğü, Türk köylerinin yakılıp yerle bir edildiği ve sadece Pazarcık’ta 938 evin, caminin ve okulların tahrip edildiği bildirilmektedir. Köylerini, kasabalarını terk edenler İstanbul yolunu tutmuş ve göç yollarında soğuktan, açlıktan can vermişlerdir. Bir Alman demiryolu memuru, Pazarcık’ın güneyindeki tepelerde soğuktan donan 400 kişilik göçmen kafilesinin içinde hayatta kalabilmiş küçük bir kız çocuğunu cesetler arasında bulmuş ve kurtarmıştır. Kırçma (Kriçim) arazisinin kuzeybatısında Aydınköy (İsperihovo)-Yeniköy (Novo selo) yolunun yakınında bulunan tepeler arasındaki alçakta katledilen Türklerin kanları dere gibi akmış ve bu yer günümüzde de Kanlıdere olarak bilinmektedir. Onbinlerce Türk de Rodoplar’a, Müslüman kardeşleri yanına sığınmıştır. Canını kurtarmak için çırpınan Türkler ahırlarındaki hayvanlarını da unutmamışlardır. Bölgedeki yaşlı Bulgarlardan edinilen bilgilere göre, Türkler evlerini terk ederken, ahırlardaki hayvanları açlıktan ölmesin diye, bunları korulara, kırlara salıvermişlerdir.

Hasköy ve Mustafa Paşa bölgesi halkı da Rus askerlerinin canavarlıklarına maruz kalmış, birçok köy yerle bir olmuştur. Gelişen olaylar, Türklerin, Müslümanların direnişine sebep olmuş, geçici Rus idaresine boyun eğilmediği gibi, Rodoplar’ın Doğu Rumeli’ye bağlanması da kesinlikle kabul edilmemiştir. Böylece 1886 Türkiye-Bulgaristan Antlaşmasıyla  Kırcaali ve Rupçaz (Rupçoz) bölgleri Osmanlı Devleti sınırları içinde kalabilmiştir.

Rodoplar’ı terennüm ederken, Eğridereli şair İzzet Dinç (1890-1965) Rus askerlerine karşı koyan direnişçilerin kahramanlıklarını da şiirlerinden birinde şöyle dile getirmektedir:

“Kırcali’nin ovası…

Hayran etti herkesi

O aslanlar yuvası…

Türkleri çakmaklı

Millî müthiş bir ordu,

Bir tarafı Paşmaklı

Kurtarmıştı o yurdu.

Başkanları Salima (ağa)

Canavardı İsmail…

Olmuşlardı Ruslara

O tüfeklerle hail…


BALKAN SAVAŞLARI (1912-1913)

    Türklerin, Müslümanların üzerindeki etkisi bakımından Balkan Savaşları, Doksanüç (1877/78) Harbinde görülenlere çok benzer etkiler yaratmıştır. Her iki savaşta da öldürme, ırza geçme ve soygunlar Türklerle diğer Müslümanları evlerinden-barklarından söküp atmış, Osmanlı Devletinin elinde kalabilmiş topraklara sürmüştür.

Öte yandan, Doksanüç Harbiyle 1912/13 Balkan Savaşları arasında farklılıklar da vardır. Doksanüç Harbi sadece Rusya’nın güdümünde yapılmıştı: Türkleri göç etmeye zorlayacak planları bunlar yürürlüğe koymuşlardı. Balkan Savaşlarında ise, savaşan birkaç devlet vardı. Zafer kazanan her birisi de zaptettiği topraklarda Türklerin, Müslümanarın varlığının son bulmasını istemekteydi. Savaşlara katılan her Balkan ülkesi, Türk-Müslüman halkı kendisinin zaptettiği ülkeden ötekinin ülkesine sürüyor, hatta oraya sürülenlerin oradan da gerisin geriye sürüldükleri oluyordu. Bunun Müslümanlar üzerindeki etkisi nasıl nitelenirse nitelensin, şurası kesindir ki Doksanüç Harbinden daha kötü oldu. İçlerinde baş gösteren ölüm telefatı, 1878’de görüldüğünden daha yüksekti7.

Önceki tarihî devirlerde ortaya çıkan haydutluk, çetecilik, daha sonraları da komitacılık harekâtı, yeni tarihî koşullarda da yeni adlar ve yeni biçimleriyle Türklere, Müslümanlara yönelik ırza geçme, yol kesme, öldürme gibi eylemler devam etmiştir. Belirli dönemlerde ve özellikle Balkan Savaşlarını izleyen yıllarda geniş boyutlara ulaşan böylesi olaylar türlü varyantlarıyla destan, efsane, menkıbe, ağıt gibi Türk folklor türlerinde ifadesini bulmuştur. Birkaç varyantta bilinen bir ağıtta al duvaklı bir gelinin başına gelenler şu dizelerde canlandırılmıştır:

Aldılar beni ana

Kına gecemde

Götürdüler beni ana

Ulu balkana, ulu balkana

Sordular bana ana

Kimin kızısın

Ben gene dedim ana

Ali (H)ocanın küçük kızıyım.

……………………………………………

Kayın yaprakları ana

Döşeyim oldu

Kayın kökleri ana

Yatsıyım oldu

Komita kebesi ana

Yorganım oldu


Balkan Savaşlarını Doksanüç Harbinden farklandıran bir özellik daha vardır-Müslümanları zorla Hristiyan yapma, isimlerini değiştirme emellerinin insanlık dışı yöntemlerle gerçekleştirilmesi. S. Selvi, bunu şöyle dile getirmiştir

“Balkanlar deyince, aklıma rahmetli anacığımın gözyaşları gelir hep… Babamın çatık kaşları… Teyzemin nasıl dağa kaldırıldığı gelir… Kızarım, köpürürüm kendi kendime… Dolarım, dolarım da boşalamam…

Balkanlar deyince…

Drama’nın Âlî köyünün ahalisinin papazlar tarafından camiye nasıl kapatıldığı, nasıl din değiştirilmeye zorlandığı, “Muhammed’den ayrılın!” emirleri gelir gözümün önüne…

Balkanlar deyince…

Bu, zorla din değiştirme operasyonunda, papazların vaftiz suyunu, nasıl Âlî Müslümanlarının üzerine serptikleri, nasıl isimlerinin değiştirildiği ve “Artık Hristiyan oldunuz!” sözleri gelir…

Balkanlar deyince…

Yine o operasyonda, zorla Müslümanlıktan çıkarılan günahsız insanların arşa varan ahları… Ve… bu ahlara dayanamayan taş duvar caminin zangır zangır titrediği ve direklerin çatladığı gelir aklıma…

Balkanlar deyince…

Zorla din değiştirmeye maruz kalan bu insanların, “Eyvah… Hristiyan mı olduk?”, şüphesiyle tekrar iman tazelemeleri” ve “gusül abdesti” almalarını hatırlarım…

Balkanlar deyince…

Rahmetli anacığımın bu anlattıkları gelir gözümün önüne ve gözyaşları…

Balkanlar deyince…

Rahmetli teyzemin Bulgar komitacıları tarafından nasıl dağa kaldırıldığı gelir, Yunan komitacıları tarafından hayvanları nasıl gaspedildiği gelir…

İşte, Balkanlar deyince…

Benim aklıma, gözümün önüne hep bunlar gelir… Kızarım, köpürürüm kendi kendime… Dolarım dolarım da boşalamam”.



Balkan Savaşlarında Rodop Müslümanlarının dinini ve adlarının değiştirilmesi sırasında yaşanmış korkunç olaylar, yaşlıların hafızasından silinmiş değildir. Gazeteci yazar Salih Bozov, “Bir Ad Uğuruna (V imeto na imeto) adını verdiği eserinde Rodop Müslümanların acı anılarını, acı anlatılarını bir araya getirerek büyük bir sıcaklıkla, büyük bir insanlık anlayışıyla bunları kitaplaştırmıştır. Araştırmacı yazarın kitabından şu satırları okuyalım:

“Kasap bıçağı, kılıç, tüfek dipçikleri ve süngüler havada öylesine savruluyor ki, masum insanların başları düşüyordu. Kılıç öylesine savruluyordu ki, bundan sonra gelecek papazın,  vaftiz kandiline, kutsal su ve tamyana ve haça yol açıyordu. Minareler devriliyor, camiler yıkılıyor, yıkılan camilerin altında masum Müslümanlar can veriyordu. Çırılçıplak eller havaya kalkarak kılıçlara karşı koymaya çalışıyorlar. Bir kılıç savruluşunda parmaklar gidiyor, ikincide bilekler paramparça oluyor! Bir bakmışsın ki, eller kollar da aynı akıbeti paylaşmış…

Bunlar yazılmadık tarihin sayfalarından alıntılar. Anılar, anılar, bu anılarda köyler, mezralar artarda diziliyor. Ve böylece Rodop insanının kara talihinin kara çergesi dokunuyor. Dökülen kanlar çoktan taş toprağa dönüşmüş ama bu çoktan bıçaktan kılıçtan geçirilmiş insanların hâlâ yaşayan çocukları ve torunları, taşa toprağa dönüşmüş olan kanı sımsıcak bir hâle getiriyor, avuç avuç ellerinde tutarcasına… Şimdi bu taş toprağa dönüşmüş olan kandan candan yeni kilimler, çergeler dokunmaktadır. İçten, çok derinlerden gelen bir ses, tane tane anlatıyor o günleri, o korkunç yaşantıları”.


Balkan Savaşlarını takip eden günlerde büyük güçlerin ve Türkiye’nin desteğini kazanmak amacı, Bulgaristan yöneticilerini geri adım atmak mecburiyetinde bıraktı-Müslümanların adları iade edildi, camilerde ibadet etmelerine, geleneksel kıyafetlerini giyebilmelerine izin verildi.

Yıllar sonra yine Rodoplar’daki Müslümanlık hedef alındı. 1937 yılında Smolyan’da “Drujba-Rodina” (Dostluk-Kardeşlik) cemiyeti kuruldu, yayın organı “Rodopi” (Rodoplar) dergisi de çıkmaya başladı. Yeni kurulan cemiyetin amacı: Müslümanları Hristiyan yapmakla onlarda Bulgarlık bilinci uyandırmak, Müslüman adlarını Hristiyan adlarıyla değiştirmek, Türkçe konuşmayı yasaklamak, geleneksel Müslüman kıyafetlerini (fes, ferace, yaşmak, şalvar vb.) yerine Bulgar kıyafetlerini yaygınlaştırmak, sünnet geleneğini yasaklamak, Müslümanları domuz eti yemeye mecbur etmek vb. Tüm bunların gerçekleştirilmesinde Rodop’lardaki bazı Müslüman din yetkililer de kullanıldı, askerlik hizmetini yeni tamamlamış deneyimsiz Rodop gençleri de kullanıldı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında da faaliyetlerini sürdüren “Rodina” cemiyet üyeleri Rodop Müslümanlarına kan kusturdu.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI DÖNEM

İkinci Dünya Savaşından sonra idareye gelen komünistler, azınlıklara büyük vaatlerde bulundular, geçmişte yapılmış barbarlıkları kınadılar. Ancak zamanla bunların da eski yöneticilerden farklı olmadıkları görüldü. 1950’lerin ikinci yarısında Türk okullarının varlığına son verildi. Program dışı bırakılan Türkçe dersleri birçok öğrenciye yasaklandı, sonra da bu derslere tamamen son verildi. 1960’lı yılların başında Rodoplar’da Kültür İnkılâbı adıyla geniş çapta çalışmalar başlatıldı ve her türlü kültürel-ideolojik faaliyet bir vatanseverlik ifadesi olarak değerlendiriliyordu. Belirli aileler, belirli yöreler yine ad değişimi baskılarıyla sarsıldı. 1970-1972 arası dönemde tüm devlet güçleri harekete geçirilerek birçok masum Müslüman ve hatta birçok ev hayvanı tanklar altında ezilerek can verdi. Birçok insan cezaevlerine, Belene ölüm kampına gönderildi. Yazar Kâşif Kapsızov (Burovo, Smolyan D. 1941-Ö. Sofya 1992) bu olayları romanlaştırdı*. “Küçük Çayların Bitişi (“Krayat na pototsite”) adını taşıyan romanı, ölümünden sonra ”Dar” Kütüphanesi tarafından yayımlandı12.

Bu eserinde yazar, Orfey’den sonra Rodoplar’da çınlayan türkülerin susturulmasını türlü imalarla sembolize eder. Bu türküleri yer altında akan küçük çaylarla kıyaslama yapar. Yazara göre Rodoplar’ın güzelliği, Rodop türkülerinden, ulu dağların senfonisinden bir kıtacıktır. Hayatı çilelerle dolu olsa da, türküler, özgür iradesinin bir ışığıdır.

Türkü bir bayram, hattâ üstün bir şey olsa gerek. Romanda adı geçen İsmail Dede’nin, canileri görünce türküyü yarıda kesip susması çok doğaldır. Çünkü totaliter rejim bu hususta son sözünü söylemiştir: Müslümanların türkülerini söylemeleri, okumaları yasaktır.

Yazar, “Yeniden doğuş” (Bulgarlaştırma) sürecine karşı çıkar. Adların değişimi sonucu üniversiteden kovulan, Belene ölüm kampına gönderilen gençler de onun gözünden kaçmaz. Karakterleri büyük bir ustalıkla tipikleştirir. Şirin’in babası Hasan Uzun, davranışları ve nitelikleriyle dikkati çeker.

Sıra artık Türklere gelmişti ve tanklar, kızıl bereliler, tüm devlet güçleri Mestanlı (Momçilgrat) meydanında masum insanların, bebeklerin üzerine yürüdü. Sonra olaylar tüm Bulgaristan’a yayıldı, ölen öldü, kalan kaldı... Totaliter rejim yöneticileri Bulgaristan’da Türklüğe, Müslümanlığa son verdiklerini sandılar... Korku, dehşet saçan günler, aylar, yıllar birbirini izliyor, halk kan ağlıyordu. Çekilen çileler, akan kanlı gözyaşları romanlaştırıldı, şiirleştirildi. Emine Hocaoğlu (Mestanlı, Kirkovo D., 1958) şiirlerinden birinde şöyle diyor:

“Zorbalık içinde büyüdük,

Bayramlardan neşeden uzak.

Diken olduk büyüdüğümüz toprakta

Kaderimiz yazılmıştı ezelden

Anlayan yoktu ki hâlden.

Tören şenlik bilemedik,

Namaz vakti namazı kılamadık

Ezan vakti ezanı duyamadık

Çocuk doğurduk adını koyamadık,

Ölü gömdük taşını dikemedik”.


1989’da yeni bir kıyamet koptu: Türkiye’ye zorunlu göç başladı. Bu, Bulgaristan Türklerinin tarihinde Büyük Göç olarak bilinir. Bulgar yöneticiler buna “Büyük Gezi” demeye çalıştı. Utanç trenleri, uçaklar kilometrelerce uzayan otomobil kervanları Bulgaristan Türklerini, Müslümanlarını Türkiye’ye taşıyorlardı. 2 Haziran 1989’dan 22 Ağustos 1989 gününe kadar, yani iki buçuk aylık kısa bir süre içinde yaklaşık 320 000 Bulgaristan Türkü Türkiye’ye zorunlu olarak gönderildi. Türklere yapılan insanlık dışı işkenceler, acımasız olaylar bazı Bulgar aydınlarının da tepkisine yol açtı. İşte bu korkunç günlerde, Temmuz 1989 tarihinde dünyaca ünlü kadın şair ve yazar, sonra da-demokrasi dönemi sürecinin başlarında-Bulgaristan Cumhurbaşkanı Yardımcısı seçilen** Blaga Dimitrova, “Bir Ad” başlıklı kısa eseriyle bu olayları kınadı ve masum Türklere manevi destek oldu. İşte Blaga Dimitrova’nın tarihî yazısından alıntılar:

-Eğer öz adını senden zorla alıp yerine başka bir ad kabul ettirmeye kalkışılırsa, bu düpedüz kişiliğine yöneltilen katlanılmaz bir saldırıdır”.

“Adının zorla değiştirilmesi geçmişi ortadan kaldırıyor, tecrübeyi silip atıyor, tarihi ayaklar altına alıyor”.


Bulgar makamları Türklere işte böylesine kaba bir saldırıda bulunduklarını yazıyor Blaga Dimitrova ve devamla şöyle diyor:

“Eğer Müslüman vatandaşların adlarına dokunulmasaydı, kendi dillerini konuşmaları, dini adetlerini yapmaları yasaklanmasaydı, eminim ki, hiçbir iç ve dış tahrik onları kafileler halinde yollara düşürmeyecekti. Evlerini, malını-mülkünü, yakınlarının aziz mezarlarını, bağ ve bahçeleri öylece bırakıp yollara düşen bu zavallılar, çiğnenen insan onurlarını kazanmak için herşeyi göze almışlardı. Boşalan şu tütün tarlaları, şu ıssız atölye ve kırlar, şu endişeli bakışlar, bütün bunlar beş yıldır üzerlerine uygulanan, o çirkin baskıya bir cevaptı. Kendilerine örnek patriot (vatansever) dedikleri o bizim yüksek çevre mensupları kendi Türk soyadlarını neden değiştirmediler? Kendimizin katlanamayacağımız zorbalığı neden başkasına uyguluyoruz?...”

Sözümona “yeniden doğuş” "vyzroditelen proces" sürecinin suçluları hakkında da şöyle diyor:

“Anonim suç yok. Suçlular bulunmalı. O bir avuç sorumsuz fonksiyoner açıklanmalı ve halkın karşısında kınanmalıdır. Bir de şu var, hepimiz susmasaydık, bürokratik mekanizma böylesine çalışamazdı... Suçluyuz. Ayrı ayrı hepimiz suçluyuz! Ve bu yüzden şimdi cezalıyız. Vatanın yaşam temposu bozuldu: Emekliler fabrikalarda çalışıyor güçleri yettiği kadar. Öğrenciler ve öğretmenler kırlarda mahsulü toplamaya calışıyorlar. Memurlar inek çiftliklerinde sağmayı, çayırlarda biçmeyi öğreniyorlar... Bu ağır suçun cezasını yarın çocuklarımız çekecek. Belki de bize lânet edecekler. Hayali bir zenginlik için, turistik bir gezi, büyük kazanç için veya sırf macera için insan yerini yurdunu bırakır mı? O, bunu yakın veya uzak ajansların etkisiyle de yapmaz. Yaparsa, anadili hakkını savunmak için yapar, dininden ötürü yapar, başlıca adından ötürü yapar.

Oysa bir adın oluşturulması hiç de kolay değil. Bunun için onu gaspetmeye, değiştirmeye veya lekelemeye kimsenin hakkı yoktur”.


1993’te Almanya’da düzenlenen uluslararası bir forumda Blaga Dimitrova, Bulgaristan Türkleriyle ilgili: “Bulgarlar arasında bir söz vardır: Komşuların Türkse, senden mutlusu yoktur, demektir” demişti.

10 Kasım 1989 yılında Bulgaristan’da totaliter rejime son verildi ve ülkede demokrasiye bir geçiş süreci başladı. Türkler de, Müslümanlar da yollara dökülerek 10 Kasımdan sonra Sofya’da düzenlenen mitinglere yoğun olarak katıldılar ve: “Adlarımızı iade edin!”, “Dini geleneklerimizi yasaklamayın!”, “Çocuklarımızın Türkçe ders görmelerine de izin verin!” gibi isteklerini dile getirdiler. Mitinglerin birinde ünlü Bulgar şair ve mizah yazarı Radoy Ralin: “Biz 35 yıl T. Jivkov’un idare ettiği yıllarda inim inim inledik. Türk ve Müslüman kardeşlerimizin direnişleri olmasaydı, inanın daha 35 yıl öyle geçecektik. Bugünkü özgürlüğümüzü Türk ve  Müslüman kardeşlerimize borçluyuz...” demişti.

Radoy Ralin ile ara sıra görüşüyor, dertleşiyor, bazı şeyleri paylaşıyorduk. Yazar Nikolay Haytov’un da hem bir insan olarak hem bir yazar olarak Müslümanlara işlemiş olduğu büyük günahları dile getiriliyordu. Bulgar edebiyatında “köken arama akımı” temsilcilerinin başında bulunuyordu Nikolay Haytov ve “köken arayıcı, insanların kökünü araştıran” adıyla Bulgar edebiyat tarihine geçti14. “Rodina” cemiyetinde üyeliği yıllarında, sonra da totaliter rejim döneminde Rodop Müslümanlarının etnik kökeni konusundaki ırkçı düşüncelerinden hayatının sonuna kadar vazgeçmedi. Ömrünün sonlarında kendisine hayatının en mutlu an hangisidir sorulduğunda Nikolay Haytov: “Boyan Sarıev’in Kırcaali yöresinde (yani Türklerin, Müslümanların en yoğun yaşamakta olduğu bölgede) bir ruhban (Hristiyan) okulu açtığını duyduğum an, hayatımın en mutlu anıydı...” diye cevap verdiğini yazmıştı Bulgar basını... Boyan Sarıev, totaliter rejim döneminde 20 yıl polis şefi olarak çalışmış bir şahıstır.

Avrupa Birliği üyesi Bulgaristan’da insan hakları konusunda bir hayli mesafe alındı. Geçmişteki acıların bundan böyle tekrarlanmayacağına inanmalıyız.

Kaynak: efresyap