07 Ağustos 2009 - "Teta Hatçe" Ya Da Anlayana Sivrisinek Saz... (1)
Rotasyonda bizim zamanımızda (1980 - 1986) muafiyet diye bir uygulama yoktu. Yani öğretmenin, bulunduğu bölgeye göre, o bölgedeki çalışma süresi dolduğunda bölgeler arasındaki geçişi (mecburi) dikkate alarak mümkün illeri tercih listesine yazardı. Tayini de yaz tâtilinde çıkardı. Öyle olmasa ben (güya) bilmem kaçıncı (5. galiba) bölge olan Ordu'dan 2. bölge olan Tekirdağ'a gelir miydim? Denize sıfır, tuvaleti bile Karadeniz'e bakan, akşam olduğunda Fatsa'nın ışıklarının denize döküldüğü kayaların üzerine kurulmuş bir evden, ana yolun hemen sağında yükselen liseden ayrılır mıydım? Asla. Ama çâresiz doldurdum tercih listemi ve Tekirdağ Hayrabolu'nun bir köyüne tâyinim çıktı.
Ağlayarak ayrıldığımı biliyorum Ordu'dan. Medreseönü, Yeniköy, Bolaman, Fatsa derken arkamda sadece bir şehir değil aynı zamanda mesleğe başladığım 21 - 26 yaş aralığında yaşadıklarımı da arkada bırakıyordum aslında. Ünye başlayınca Ordu tamamen bitmiş oluyordu. Ertesi gün İstanbul. Eski terminalden ( Topkapı) sonrasında da ver elini Tekirdağ Hayrabolu. İndiğimde (ince düşünüş müdür tepki çekmemek midir nedir bilemem) üzerimdeki kot pantolonu değiştirmiş takım elbise giymiştim. Vakit akşama geliyordum. Köy otobüsünün nereden kalktığını soruyorum birine:
-Ohoooo son araba çoktan gitmiştir.
İlk şaşkınlığım.
[Dipnot-1: Oysa Ordu'da iken okuldan 10 adım sonra yola inip oradan Artvin'e kadar
dakika başı bir otobüs bulabiliyordum. Ya da yol boyundaki bir restorandan boy boy dizilmiş otobüslerle istediğiniz yere… Dostluklar gelişince az gitmedim yarı dolu Süzer Seyahat'le tâ Artvin'e kadar. ]
Köye ulaşmak için tek yol kalıyordu: taksi tutmak. Öyle de yaptım. Karanlık inerken iki tarafı ayçiçeği tarlalarıyla belirginleşen yolda taksi, yarım saatlik bir yolculuktan sonra sola, toprak yola saptı.
- Hocam köy yolu bu. Üç beş dakika sonra köydeyiz.
Biraz sonra taksi köy meydanında durdu. Meydana yakın bir bakkalın önüne taşıdı eşyalarımı. Selam verip bakkala girdim. Üç beş kişi bir kenarda buzdolabının üstündeki televizyondan bir kanalı seyrediyorlardı. Tezgâhın arkasında duran bakkal olduğunu sandığım kişiye döndüm. Kendimi tanıttıktan sonra okul müdürünü ve/veya muhtarı nasıl bulabileceğimi sordum. Televizyon seyredenlerden şapkalı, yaşı epey geçkin, yüzü çizgiler haritasına dönmüş biri, bakkala anlamadığım dilde bir şeyler söyledi. Bakkal cevabını hâlâ unutamam:
-Muallim.
Kelimeyi anlamıştım ama hepsi o kadar. Batının da batısındaydım. Trakya'daydım. Bu dil neydi? Hangi dilde konuşuyordu bu insanlar?
Muhtara gönderilen haberden az sonra, muhtar geldi. Elini uzattı:
-Refik Kaya
-Kutsi Kaya.
Gülüşüyoruz.
Kalanlara “iyi akşamlar” dileyerek kahveye yöneliyoruz. (Ne çok kahve vardı o köyde!) Biraz yürüdükten bir kahvenin önüne atılmış masaların birine ilişiyoruz. Muhtar 50'li yaşlarda, güler yüzlü biri. Babasının “eğitmen” olduğunu söylüyor. Sesi davudî. Aklıma hemen mükemmel sesli Yıldırım Önal geliyor. Hecelerin üstüne basa basa konuşan rahmetli Önal. Masalar yola çok yakın olduğu için gelen giden selam veriyor, bir şeyler soruyor. Muhtarın cevabı hep aynı:
-Muallim.
Yanımıza gelip oturanlarla gece geç saatlere kadar oturduk kahve önünde Köyün damadı garip ilkokul müdürü dışında köyde görev yapan diğer öğretmenler yaz tatilindeydi. Damat müdür siyasî yönümü açığa çıkaracak sorular soruyordu aklı sıra. Hiç oralı olmuyordum. . Masadakilerin bir çoğu o “dil”den cümleler kuruyordu. Muhtara eğilerek sorduğumda:
-Pomakça bu konuşmalar. Köyümüz bir “macır” köyüdür. 93 Harbinden sonra Bulgaristan'dan buraya yerleşmiş eskiler.
-Kökeni nedir bu dilin, diyorum muhtara.
-Slav dillerinden kabul edilir ama Bulgarca'ya çok benzer. Ama duyduğunuz gibi konuşanların cümlelerinde Türkçe kelimelere de rastlarsınız.
-Yani şimdi bir Bulgar'la konuşsanız anlaşabilir misiniz? Ya da Bulgarca bir yazılı belgeyi okuyabilir misiniz?
- Yok canım! Eskiler belki. Benim babam okuyabiliyordu mesela. Çünkü o ilkokulu Bulgaristan'da okumuştu. Ama bizler ve/veya bizden küçükler, çocuklar sadece konuşmada kullanabilir bu dili. Yazamaz da okuyamaz da.
…
Muhtar, beni gece evinde misafir ediyor.
Sabah çok erken kalkıyorum. Yeşil bir avluya açılan sundurmadan etrafı seyrediyorum. Kaldığım eve bakıyorum. kerpiçten üç küçük oda yan yana. Birinde muhtar ve ailesi kalıyor. Ortadaki oda mutfak. Birinde de ben sabahladım.
Çitle çevrilmiş avlu kapısından sokağa çıkıyorum. Güzel bir yaz günü. Üç beş siyah çarşaflı kadın omuzlarında süt bakraçları geçiyorlar önümden. Sokaklar toprak. Kanalizasyon yok ki evlerin bitişiğindeki ahırlardan akan hayvan pislikleri, kahverengi sulara karışarak yol kenarlarındaki oval, küçük arklar boyunca akıyor. Yürüyorum. Yan yana sıralanmış onlarca ev hep aynı yapıda. Kerpiç veya briketlerin üst üste konmasıyla inşa edilmiş ve kireçle sıvanmış temelsiz evler. . Küçük, tek pencereler (evlerin arkasında) sokağa bakıyor. Yürüyorum. Sabahın erken saatinde kalkmış çocuklar, çapaklı gözlerle; eski, yıpranmış elbiseler ve lastik ayakkabılar içinde bana bakıyorlar. Şaşkın, garip ama güleç yüzlü çocuklar… Geçip gidiyorum, arkamdan çocukların “Pomakça” cümleleri geliyor sanki. Yine işitebildiğim ve anlayabildiğim tek kelime muallim. (mâlim diye yuvarlıyorlar)
Nasıl oluyor anlamıyorum, kendimi köyün çıkışında buluyorum. Bir traktör sürücüsü geçiyor. Bir yandan eliyle selâm verirken, diğer yandan da kornaya basıyor. Bir toz bulutu yükseliyor traktörün ardından. Üstüm başım toz. Tam köy yolunun girişine geliyorum. Bir pusula gibiyim sanki. Batım ve doğum mahallere giden toprak yollar. Kuzeyim ana yola çıkıyor. Güneyim köyün içine dönük. Mahalleye giden yolun birinden onlarca koyun tozu dumana katarak geliyor. Sürünün çobanı ve/veya sahibi elinde kalın ve uzun bir kızılcık sopası kendi dilinden (Pomakça) bir şeyler söylüyor, bağırıyor, çağırıyor koyunlara. Tek anladığım kelime “hööö! “ Elliden fazla “kırkılmış” koyun, ağızlarında bir tutam ot, geviş getirerek geçip gidiyor yanımdan. Arkalardaki sürü sahibi de yetişiyor onlara. Benim yanımdan geçerken de beni başıyla selamlıyor.
Toprak yoldan ana yola doğru yürüyorum. Köyün artık bittiği yerdeki bir köprünün üstünde duruyorum. Cılız bir su akıyor. Yeşil sanki. Her taraf sarı yeşil. Bozkırı andırıyor. Epey uzaklarda ay çiçeği tarlaları. Başını hafiften önüne eğmiş, mahçup ve dalgın insanlar gibi sıralanmış ayçiçekleri. Ben bunlara dalmışken bir ses çınlıyor, yükseliyor, ovayı kaplıyor sanki. Önce anlamıyorum, kulak kabartıyorum. Hep aynı cümleyi tekrarlanıyor:
-Cemilaaaaaaaa! Çaka beya!
Dönüp bakıyorum biraz arkamda siyah çarşaflı yaşlı bir kadın, yanında biri genç kız iki kız . Onlardan epey geride kalmış 5 - 6 yaşlarında bir erkek çocuğu. Yine aynı cümle:
-Cemilaaaaaaaa! Çaka beya!
- "Teta Hatçe" Ya Da Anlayana Sivrisinek Saz... (2)
Köprünün yanında betonda açan yeşil otların üzerine oturmuş dalgın dalgın, koyu ve kirli yeşil akan suyu seyre dalmışım. Vakit öğleye geliyor.
-Hocam erken uyanmışsın.
Dönüp bakıyorum muhtar.
-Belki havadandır. Kuş gibi uyandım. Biraz köyü gezeyim, derken kendimi burada buldum.
-Çok şanlısın hocam.
-Hayırdır Refik Bey?
-Giden öğretmen arkadaşın kaldığı odayı senin için tuttum. Okula da çok yakın. Arada sadece bir yol var. Karyolasını ve yatağını ve kilimini de bırakmış giden arkadaş. Yaşlı bir kadın yaşıyor diğer odada. Teta Hatçe. Hatice Teyze yani. Ortasını da ortak mutfak olarak kullanırsınız. Kira adına da üç beş (üj bej demiyor) verirsin. İyi geçinirsen yemeğini de yapar, çamaşırlarını da yıkar.
…
Tozlu yollardan geçerek oturacağım eve geliyoruz. Kerpiçten yapılmış, kireçle sıvanmış tipik bir göçmen evi. Üç oda yan yana. Solda Hatice Teyze kalıyor. Orta oda mutfak. Önünde baklava dilimiyle çevrilmiş bir sundurma. Sundurma bir dönüme yakın bir bahçeye açılıyor. Bahçe yemyeşil.
-Bahçe düzenini bile bu yaşında Hatice Teyze yapıyor. Bakma yaşlı olduğuna tertemiz bir kadındır.
-Kaç yaşındadır, diyorum.
-80'e kadar saymış yaşını. Şimdi kimse bilmez kaç yaşındadır. Doğumu kayıtlara göre 1319.
-Maşallah!
-Ama bir problem var?
-Nedir o, diyorum.
-Hatice Teyze hiç Türkçe bilmez. Bakalım nasıl anlaşacaksınız? Beden diline yüklenirsiniz artık.
Gülüyor.
-Hem olumlu düşün hocam. Belki uzun süre kalırsan bizim dilimizi, Pomakça'yı da öğrenirsin.
-Kendisi yok mu?
-Gündüzleri evde durmaz. Kızına gitmiştir.
Gülüşerek çıkıyoruz bahçeden. Köprüden geldiğimiz yola iniyoruz. Evden tam on bir (saydım çünkü) adım sonra solda iki katlı bir bina gösteriyor muhtar. Sağ üstüne de bir betonarme daire eklenmiş sanki.
Muhtar:
-Hocam işte okul burası. İki katlı. Sağ üsteki de muhtarlığın gayrimenkulü ve ilkokul öğretmenlerinden biri kalıyor. Müdür de yıllık izne çıktığından okulda kimse yok. Hizmetli Selâmî köyden bir gençtir. Bir ara buluruz ve açtırırız okulu. Bakacak bir şey yok zaten. Girişte soldaki memur odası, bitişiği öğretmenler odası. Ayrıca alt katta üç sınıf. Üstte de müdür odası ve kütüphane var.
Vakit ikindiyi çoktan geçmiş. Tarla yollarından dönüş trafiği yoğunlaşıyor. Erkekli, kadınlı, çocuklu onlarca insan ellerinde çapalar ve azık torbaları ile evlerine yöneliyor.
-Şimdi ayçiçeği zamanıdır hocam. Seyrekleştirme için giderler köylüler tarlalara, diyor muhtar.
Sonra da ekliyor:
-Teknoloji gelişti artık. Öyle elde orak ayçiçeği kafası kesmiyoruz. (Yamanlı'daki çocukluğumu hatırlıyorum) biçerdöver giriyor tarlaya tane ayrı yerde, saplar ayrı. Ekmesi de kolay biçmesi de. Bu kolaylıktan dolayı köylüler genelde buğday ya da ayçiçeği ekerler tarlalarına.
-Sulama probleminden de olabilir mi, diyorum.
-Elbette o da var ama tembellik de var. Ondandır ki geniş toprağa sahip beş on aile dışında, köylü fakirdir. Ürününü (bekletememekten) ihtiyaçtan tüccara verdiğinden ürünü de ucuza gidiyor. Bir de Tarım Kredi Kooperatifi'ne borçlarını düşünürsek köylünün büyük bir kısmı belini bir türlü doğrultamaz.
…
Konuşa konuşa yürürken köy meydanına geliyoruz. Yolun hemen kenarındaki “Şaban Ağa” kahvesinin dışarıya atılmış masalarından birine oturuyoruz. Kahveye girenler, kahveden çıkanlar, yoldan geçenler selam verip Pomakça bir şeyler soruyorlar muhtara. Cevap hep aynı:
-Muallim.
Çaylarımız geliyor. Kahveci, “hoş geldiniz” diyerek elini uzatıyor:
-Nihat İşcan.
-Kutsi Kaya.
Çaylarımızı yudumlarken yüksek sesle Pomakça konuşan biri kahvenin önündeki ağacın altından bir sandalye alarak masamıza geliyor.
-Süleyman İşcan ben. Hoş geldiniz, diyor.
Orta yaşlı, ortadan uzun boylu, masmavi gözlü, tek tük şapkasız köylülerden biri. Şen şakrak. Sürekli konuşuyor, bir şeyler soruyor.
Muhtar imdadıma yetişiyor. İşcanlar köyün ileri gelenlerindendir. Rahmetli, köyümüzün eski muhtarlarından Şaban Ağa'nın oğullarındandır. Biri kız 9 kardeştirler. Şaşırıyorum: Batının batısı, Türkiye'nin Avrupa ayağı bir yerleşim yeri ama dokuz çocuklu bir aile. Sonradan öğreneceğim ki köydeki ailelerden “küçük aile” diyebileceğimiz (anne, baba, 2 çocuk) sayısı bir elin parmakları kadar az. Erkek çocuk burada da “güç”ü temsil ediyor. Hem kavgada hem de tarladaki beden gücünü.
Süleyman İşcan muhtara dönerek:
-Muhtar! Hoca'yı (hocamı demiyor) düğüne götürmüyor musun? Pomak düğününü de görsün.
-Kimin düğünü, diyor muhtar.
-Abe kimin olacak? Savcılar'ın.
…
Gece. Tozlu köy yollarını ışığı ölgün sokak lambaları aydınlatıyor. Etrafımı bütün erkek İşcanlar sarmış, söğüt ağacının altındaki masada sohbet ediyoruz. (Bunlar, 2 yıl sonra hanım tarafından dayım olacaktı!) Bir kısmı lise de bitirmiş. Kendi aralarında ara ara Pomakça konuşuyorlar bana döndüklerinde Türkçe bir şeyler anlatıyorlar. Çiftçilik, taban fiyatlar derken iş siyasete geliyor. Hepsi CHP'li. 8 tane İşcan hangi birini iknâ edeyim? Dinler gibi yapıyorum. Gözüm, kahve camından, içeride duvara asılmış iki büyük çerçeve içindeki fotoğrafa takılıyor. Biri Atatürk, diğeri bol madalyalı askerî kıyafetle Kenan Evren. İşcanlar kendi aralarında o anlamadığım dilden “döktürürken” sadece (gündüzleyin muhtara sorup öğrendiğim) çok kullanılan bir küfrü anlıyorum. Tam o sırada muhtarın karşıdan geldiğini görüyorum. Yaklaşıyor:
-Hocam, gel seni düğüne götüreyim. Bizim düğün âdetlerimizi de görmüş olursun.
Düğün evine yollanıyoruz. Muhtar yolda, düğünlerinin cuma akşamı başlayıp pazar akşamına kadar sürdüğünü söylüyor. İki gece bir gündüz. Evleneceklerin mâlî durumuna göre orkestra da tutulduğunu ekliyor. Ama genel çerçevenin Hayrabolu'dan getirtilen Roman çalgıcılar ve ince saz heyeti. Ama ille de ince saz, diyor. Yürüyoruz… Kapıları olmayan genişçe bir girişten, seyyar elektrikle aydınlatılmış geniş bir avluya geçiyoruz. Solda römorkun üstünde bir orkestra. Yere konmuş büyük siyah kolonlardan bangır bangır bir müzik yayılıyor. Avlunun ortasında onları çevreleyen misafirlerin içinde yüze yakın insan serçe parmaklarıyla birbirine kenetlenmiş, dönüyorlar. Ama hep dönüyorlar. Çemberin dışında “alkollü sıvı” aldıkları belli bir grup, davul ve zurna eşliğinde Trakya karşılaması oynuyor.
Beni peşine takan muhtar, römork kancasının üzerinde oturan, yanında bulunan topluluğa götürüyor.
-İçer misin hocam, diyor.
-İçki sigara yok.
-Yeşilaycıyız öyle mi?
-Pek sayılmaz da uzun bir mola verdim zararlı alışkanlıklara belki de…
Selam verip ilişiyoruz. Beş altı kişi bağdaş kurmuş ince bir kilimin üstüne, hem içiyorlar hem de kemandan çıkan büyülü notaları sese dönüştüren roman çalgıcılara eşlik ediyorlar. Önlerinde beyaz Güzel Marmara şarabı, turşu, şarap doldurdukları bardağın yarısından sonrasına ekledikleri kola ve çerez.
Işığın en belirgin yerindeki çember şeklindeki topluluk hâlâ serçe parmaklar kenetli dönmeye devam ediyor. Oyundan çıkanlarla çember bir daralıyor, sonra yeni gelenlerle çember yine genişliyor. Sürekli dönüyorlar orkestranın müziği eşliğinde.
- "Teta Hatçe" Ya Da Anlayana Sivrisinek Saz (Son)
Düğün, gecenin geç saatlerine kadar sürdü. Ben, hâlâ römorkun demirinde oturmuş gelen yiyecekleri yiyor, kafaları tamamen “dumanlanan” Pomaklar'ı dinliyorum. Yarı Türkçe yarı Pomakça bir şeyler anlatıyorlar. Bir ayrımın farkına varıyorum galiba: Küfür etmek istediklerinde (zaten çok küfürleri yok) Pomakça'yı kullanıyorlardı. İnce saz heyeti yorulmuş gibi. Klarnet tekliyor, kemancı doğru notalara basamıyordu. Onlar da “kafayı bulmuş” olmalılar. Domates kasasından yapılan küçük sehpanın üstündeki şişeler boş…
Muhtar son kadehi kaldırdı, ağzına yaklaştırırken:
-Şerefe arkadaşlar, dedi ve su bardağı içindeki şarabı bir dikişte içti.
Ağzını sağ elini yumruk gibi yaparak sildi. Bana döndü:
-Hocam, kusura bakam seni de uykusuz bıraktık. Gidebiliriz artık isterseniz, dedi.
-Yok Refik Bey, iyi oldu. Yeni bir kültürün izlerini öğrenmiş oldum. Eve gidip de ne yapacaktım? Ben memnunum hâlimden muhtarım.
…
Düğün evinden çıkıyoruz. Ölgün sokak ışıkları yolumuzu aydınlatıyor. Evlerin kenarlarındaki küçük arklardan akan sarı sular gümüş renginde. Işıldıyor. Açık bir labirent gibi 3 sokak geçiyoruz, okulun yanındaki evimin önündeyiz. Kapısız bahçeye geçiyoruz. Aklıma geliyor:
- Refik Bey tuvalet ihtiyacı… dememe kalmıyor, geniş yüzüyle gülümsüyor.
- Bak hocam bahçenin hemen kenarında, çitin yanında dört tarafı tahta ile çevrilmiş bir yer
görüyor musun, dedi eliyle orayı göstererek. İşte tuvalet orası. Olmadı evin arkasında okul tuvaleti.
Gülüyor, sırtımı sıvazlayarak.
Yürüyoruz. Sundurmaya açılan baklava örgülü tahta kapının önüne geliyoruz. Ortadaki odanın tavanından bir karpuz aydınlatıyor etrafı. Sundurmaya geçiyoruz. O da ne? Soldaki odanın önündeki sundurma boşluğunda biri oturuyor. Yanında basit bir baston. Bizi görünce kalkmaya yelteniyor. Muhtar:
-Otur otur “Teta Hatçe”, diyor. Sana yeni kiracını getirdim.
-Selamün aleyküm, diyoruz.
Titrek ve kısık bir sesle:
-Aleyküm selam, diyor.
Ortak birkaç kelimemizden biri: aleyküm selam…
Muhtar izin alıp gidiyor. Kalakalıyoruz “Teta Hatçe” ile öylece. Ne konuşacağız? Nasıl konuşacağız? Nasıl anlaşacağız?
Ben, ona anlamadığım dil “Pomakça”dan konuşmaya başlamasına fırsat vermeden odama yöneliyorum. O, ardımdan bir şeyler söylüyor ama anlamıyorum. Odamın kapısını açıyorum. Bavullarım, karton kutularım düzenle kapının soluna yerleştirilmiş. Basit de olsa temizçe bir kilim serilmiş odaya. O da ne? Karyolama temiz bir çarşaf serilmiş; parlak, koyu mor bir yorgan yarı katlanmış yatağın üstüne konmuş. Yandaki pencerenin çiçekli perdesini aralıyorum. Küçük bir ara yol. Okulun hemen önündeki sokak lambası aydınlatıyor yolu. Hemen karşıda kerpiçten bir küçük yapı. Üstü ayçiçeği saplarıyla örtülmüş. Kömürlük olmalı.
Uykum yok. Portatif masayı çıkarıyorum dışarıya. Odamın sundurmaya bakan penceresinin hemen önüne koyuyorum. Kutuların içinden okuma lambasını buluyorum. Ordu'dan ayrılırken eski bir öğretmen olan Methi Amca'nın hediye ettiği “Eski Türkçe” (1928 yılına ait) “Hutbeler” kitabını alıyorum poşetten. Sundurmaya ikinci dönüşümde “Teta Hatçe” sandalyemi hazırlamıştı bile. Kendisine de bir sandalye koymuştu tam karşıma.
Oturuyoruz karşılıklı. Kablosu epey uzun olan okuma lambasını onun yüzünü aydınlatacak gibi koyuyorum. Yüzüne bakıyorum. Siyah tonun ağır bastığı çiçekli bir yazmayla saçının tek teli görünmeyecek şekilde örtmüş başını. Masmavi gözler, içe çökmüş gibi. Yuvarlak bir yüz. Ne kadar da güleç! Yüzünde ve masanın kenarına koyduğu ellerinde 80 küsur yaşın derin izleri. Kırış kırış. Işıktan rahatsız oluyor. Kitaba çeviriyorum lambayı. Sözün bittiği yer asıl bu işte. Susuyoruz ve öylece bakıyoruz birbirimize. Hadi konuş da anlasın, ya da o konuşsun da sen anla. Ne gariptir: Böyle anlarda karşımızdaki kişi veya biz, birbirimizi anlamayacağımızı bildiğimiz halde, kendi dilimizden konuşuruz.
Gecenin en karanlık zamanı. Belli ki “Teta Hatçe”nin de uykusu yok. Koca bahçeye bakıyorum. Ara ara köpek uğuldamaları geliyor çevreden ve bir de ağustos böceklerinin sesleri…
Aklıma portatif televizyonum geliyor. Odadan alıyorum onu ve mutfaktan aldığım sandalyenin üstüne koyuyorum. Fişe takıyorum. Tek kanal siyah beyaz TRT1 . Açıyorum kanalı. Gözlerini ekrana dikiyor “Teta Hatçe”. Hiçbir şey anlamıyor ama akan giden karelere dalıp gidiyor. Ben de kitaba dönüyorum. Bir ara gözü okuduğum kitaba takılıyor.
-Arapça, diyor.
Başımla onaylıyorum. Aslında hutbe metni öncesi âyet ya da sure Arapça, hutbe Osmanlı Türkçesi. Devlet o yıllarda bütün cami imamlarına bu kitaptan göndermiş, böylece her Cuma namazı öncesi imamlar bu metinlerin dışına çıkmadan (kalıp) hutbeyi okuyorlarmış.
Bir ay sonra okul açıldı. Yeni bir çevre, yeni okul, yeni öğretmen arkadaşlar, yeni öğrenciler derken günler geçip gidiyordu işte. Ben ev arkadaşım “Teta Hatçe”ye tek kelime öğretemiyordum ama o bana, zaman içinde onlarca cümle öğretmişti.
Yemek hazırlamış beni bekliyordu. Bakıyordum bir sofra, beni görünce de:
-Yala yeş, diyordu. (Gel ye.)
Dışarı çıktığımda görüyor, bastonuyla dikiliyor, ilk adımla sesleniyordu:
- Hasannnnnnnnnn kade( nereye) beya!
İşin garibi, özellikle orta 3 öğrencileri de kendi aralarında Pomakça konuşuyor. Oralı bile olmuyorum. Ne kadar cümle ve kelime öğrenirsem köylü ile o kadar iyi anlaşırım, diye düşünüyorum. Hatta (şimdi yüzbaşı galiba) Dilek adlı öğrencimden “Çok kötüyüm.” cümlesinin Pomakça'sını bile öğrenmiştim.
Kim:
-Kasi muallim, dese; yapıştırıyordum cevabı:
-Aze mogu neçini.
-Hoti? (niçin? )
-Naznamki (bilmem)
Sonra da gülüyordum. Fizikî olarak çıkardığım bu cümleleri ruhen duymuyordum. Dilin geçirme
farklılığı bu olsa gerek.
…
Okuldaki vaktimin ( ders dışında) büyük bir kısmını, işime yarayacak kitaplar olmasa da,
kütüphanede geçiriyorum. Cama yaslanıp ana yola çıkan yola dalıp dalıp gidiyorum. Ben dalıp dalıp gittikçe zaman da aka aka gidiyor.
Tarih 29 Kasım 1987. 12 Eylül Darbesi'nden sonraki 2. genel seçim yapılıyor. İlkokuldaki sandıkların birinde sandık başkanıyım. Köyün yetişmişlerinin tek partisi var: CHP. Ben başka bir partiye oy verince “iyot” gibi açığa çıkacağım. Oruç tutup teravihe ve cumaya gittiğimden “sağ” görüşlü olduğumu biliyorlar ama “ülkücü” olduğumu kestiremiyorlar…
Seçmenler gelip gelip gidiyorlar. Çok dikkat ettim: Köylü oy vermeyi çok ciddiye alıyor. Bir bakıma bilmem kaç yılda bir kendilerine değer verildiğini hissediyor…
Seçim odasını adımlarken bir de baktım bizim “Teta Hatçe” elindeki bastonuyla kapıda göründü. Durdu. Bana baktı. Elini fistanının göğüs kısmına soktu, oradan bir kâğıt parçası çıkardı:
- Hasannnnnnnnnn yala yala! (Hasan gel, gel) diye seslendi. Gittim yanına. Koluna girdim. Elindeki seçmen kâğıdı idi. Görevli parti temsilcilerinden biri:
-Onun gözü pek görmez. Başkan olarak, sen yardım et hocam, dedi.
“Teta Hatçe”nin koluna girdim sandık bölmesine götürdüm. Oy pusulasını açtım. İmâ etsem parti temsilcileri itiraz edebilirlerdi. Pusuladaki parti amblemlerini göstererek:
-Hangisi senin için daha güzelse ona mührü vur, dedim.
Sadece güzel kelimesini anladı. Güzelden kastım görünüştü ama “senin için hangisi daha iyiyse” anlamında da anlaşılabilirdi dışarıdakiler tarafından.
Oy pusulasına baktı, baktı, baktı. Sonra yüzüme baktı, etrafında dokuz tane yıldızın bulunduğu amblemin üstüne parmağını koydu. “Bayrak” dedi Türkçe. Sonra da benim de yardımımla tuttu mührü MÇP'nin (Milliyetçi Çalışma Partisi, MHP'nin devamı olan bir parti) mühür boşluğuna bastı. Oy pusulasını katlayıp zarfa katlayıp koydum. Çıktık sandık bölmesinden. Koluma girdi zarfını sandığa attı.
Son söz: Akşam sandıkları açıp oyları tasnif ettiğimizde ortaya çıkan sonucu hatırladıkça hâlâ gülümserim. MÇP'ye çıkan oy sayısı: 2. İkisi de benim başkan olduğum sandıktan. Biri benim oyumdu, diğeri de “Teta Hatçe”nin.
Bu hatırasını kaleme alan sayın K. Kaya ya ŞÜKRANLARIMI SUNARIM.
MERKUR....
http://www.facebook.com/topic.php?topic=13453&post=138799&uid=30844530824#post138799http://www.facebook.com/topic.php?topic=13453&post=138799&uid=30844530824#/group.php?gid=30844530824