Tahsin Uzer'in Anıları
BİRİNCİ KISIM / BEŞİNCİ BÖLÜM
ÇİÇ NAHİYE MÜDÜRLÜĞÜM
Sf: 36-41
Çiç'e gitmeye beni sevk eden olay
Devlet memuriyeti bana pek ağır geldi. hele destek ve teşvike ve hatta aferine bir mektep çocuğu kadar hasret ve muhtaç olduğum bir yaş ve zamanda, aksine, her gün tekdir ve zorluk görüşüm, iyi yaptığıma inanmış olduğum hususlarda da, emirlerimin livadaki alçaklar tarafından fena karşılanması, beni manen yıktı. Hastalığım, zaafım devam ediyordu. Halkın masuniyet-i can ve malına ait teşşebbüsatım hoşa gitmedi. Çiç'e becaiş oldum.
Bu üzüntü ve kırgınlık içinde Çiç'e gitmek istemiyordum. Nihayet bir olay beni gitmeye sevk etti. Halefim "Lutfullah Efendi" gelmişti. Haziranın birinci günü hava birden karardı. Şiddetli dolu ve yağmur başladı, sonrada sel geldi. Nahiyenin dörtte birini tahrip etti, yıktı. Güzel Pürsıçan kasabası enkaz haline geldi. Maddi zarar 100.000 lirayı geçmişti. Halk perişan ve üzüntüye büründü. Kendi oturduğum evin bir kısmı da gitti. Giden kısımda sakladığım (Murat Bey'in altı cilt tarihi), iki mahalle uzaktaki Tarhanacı Mehmet Efendi tarafından bulunmuş, sırsıklam bana iade edilmişti.
Bu vaziyette, Pürsıçan'da daha fazla kalamazdım. Drama'ya gittim. Agâh Bey'in, Mutasarrıf Vekili Rasim Efendi'nin nasihatları üzerine, Çiç'e gitmeye karar verdim.
Çiç'e gidişim
Bük istasyonuna çıktım,orada beni çok fena bir sıtma tuttu.O akşam Jandarma Mahmut ile Karacaköy'e gittik,karanlık bir ahırda kaldık.Mahmut sürekli olarak hikaye anlatıyordu.Köy ağalarının " hoşgeldin " diye ziyaretine,benim nam ve hesabıma,canı sıkılıyordu,kızıyordu.
Sabahın erken saatlerinde,Karacaköy'den hareket ederek,dağları yaya tırmanarak,nahiye merkezi olan Bülyan Köyü'ne geldik.Bülyan 70 hanelik,bir karyedir,dağ kovuğuna benzer,oturulmaz bir yerdir.300 nüfustan ibaret olan köy halkı Pomak olup,Bulgarca konuşur.Pek iptidai bir halde idiler.Hükümet dairesi,Pürsıçan'ın tilki yuvasından bir parça iyi ise de selefim irad almak için,altındaki iki odalık kısmı,Kıpti demircilere kiralandığından,kömür kokusu,kürek ve çekiç gürültüsünden,oturmak kabil değildi.Bahusus eski bir mezarlık dahilinde bulunan, bu üç beş odalı virane,imamlara konut olmak,teneşir ve tabutları muhafaza etmek için yapılmış.Netekim alt katta iki tabut bir teneşir hala duruyordu.Ben bu vaziyetten hiç memnun değildim.Geceleri mezarlık içinde uyumak ve yattığım odanın altında tabutların bulunduğunu düşünmek,her hal ü kardâ,Büyükdere'de deniz kenarında,güzel bir odada oturmağa hiç benzemezdi.
Müdür Odasının Hali ve Memur Kadrosu
Yukarıda hükümet binasının mevki ve durumuna değindikten sonra, şimdi memur odasını anlatmak isterim. Müdür odası, tıpkı Pürsıçan'ın eski odasına müşabil; perde ve mefruşat namına bir şey yok. Fazla olarak, döşeme tahtalarının aralığı 3cm'den aşağı değildi. Köy sakin, ses seda yok.
Tahrirat kâtibi, meşhur Selami Efendi, Zabıta Memuru Mustafa Onbaşı, iki de jandarma. İşte hükümet heyeti bu.
Nahiye'nin Durumu
Nahiye ise beş altı bin nüfuslu ve yirmi iki köyden ibaret. İstasyonu "Bük" köyü. Nahiye müdürlerinden, kâtiplerden, karakol kumandanlarından, mevcut ceza halleri görülenlerin, Çiç'e memur edildiğini Kâtip "Ali Efendi" söyledi. Ali Efendi, feleğin çemberinden geçmiş, 55 yaşlarında hoşça bir zat. "Mustafa Onbaşı" başına bir boyun atkısı sarmış, sigarasını tüttürür vaziyette geldi. Nahiye'nin durumu hakkında izahat verirken, sürekli olarak halka söğüp sayıyor, atıp tutuyordu. Ali Efendi cevap verdi, halkı müdaafa etti.
Bu iki kaşarlanmış Nahiye rüknü, beni çocuk gördüklerinden, bana aldırmıyorlardı. Müdür odasında, uzun, otsuz bir ot minder, amelenin fabrikalarda yemek masalarında oturdukları uzunca bir kerevetten başka bir şey yoktu. Onbaşı, konuşmalar esnasında bu kerevetin çok ucuna oturmuş olmalı ki, bir aralık yuvarlandı. Kerevet kafasına çarparak cezasını verdi.
Selefim Lütfullah Efendi
Selefim Köprülü Lütfullah Efendi, tam 15 sene kalmış, zavallı biçare o sırada köy imam ve ağaları; kendisine hoş âmedî vazifelerini ifa ettikleri gibi, İmam "Mahmut Efendi (takma adıyla gâvur imam)" de bakır tepsi içinde yoğurt, yumurta, bir parça mısır ekmeği ve bal getirdi. Karnım acıkmış olduğundan pek güzel yedim. Güneş, odanın içinde insanın beynini oyuyordu. Perde yok. Biz, güneşin istikametine göre odanın bir köşesinden, diğer köşesine naklediyorduk. Demirci de muttasıl örsünü işletiyordu.
Köylere Yaptığım İlk Gezimİlk işim bunları çıkarmak idi. Aksiliğe bak ki, beş nüfusluk ailenin tümünün çiçek hastalığına tutulduklarını ve altındaki ahırda yattıklarını anladım. Çiçek sari bir hastalık..
"Ya Rabbi burası hükümet mi? Çingene çergisi mi? Yoksa hastane mi?" diye feryad ettim.
Çiç'te kalamayacağıma ve ne yapıp yapıp Avrupa'ya firara teşebbüse tekrar karar verdim. Hastalığım artıyordu. Aşağıdan fazla kan gelmeye başladı.
Köy İmamlarının Kişiliği
O akşam tahrirat kâtibi, biraz rakı tedarik ederek geldi. Konuşarak içtik. Kâtip durmadan Çiç'in güzel köylerinden, ormanlarından ve sularından bahsediyordu. Nihayet köylere çıkmaya karar verdik.
Her ikimiz semerli, yemsiz iki katıra bindik, bir de zabıta aldık. birinci kol denilen "Faton" kısmını gezmeye çıktık. Çiç halkı yüzde yetmiş Bulgarca konuşur, Pomaktır. Pek fakir, pek ezilmiş bir halk topluluğu. Bu nahiyede gözüme çarpan cihet, köy imamlarının zengin ve nüfus sahibi olmalarıdır. Çiç'in her köyünde imam, mutlaka bir şahsiyet, hatta imamlar arasında ağa olanlarda var. Meselâ, "Leştan" Köyü İmamı "Adil Ağa", resen imam olmuş bir vekil tutmuş. Kendisi tütün komisyoncusu, zulmeden bir zat.
Köylerde Okul Durumu ve Softa Muallim Müsveddeleri
Köylerde cami köşelerinde, mekteb denilen, bir hücre var. Mualimler, imam muavini ve aynı zamanda, çocuklara Bulgarca konuşmak şartıyla Kur'an okutuyorlar. Beş vakit namaz kıldıran, hep bu "Feraceli" muallim müsveddeleri idi. "Karaca Ali" o zaman Edirne vilâyetine bağlı Bulgaristan sınırında bir kaza idi. Askerden kaçmak için vaktiyle merkez kazada ve çeşitli köylerde pek çok medreseler yapmışlar. İşte bu kazadan hocadan başka herşeye benzeyen, dilenci kabilinden softalar çıkar. Bütün o havaliyi çekirge gibi istilâ ederlerdi. "Kırcalı" demekle, sarıklı dilenci demek arasında fark yoktu. Bunların bir kısmı da seyyardı. Köylere giderler, yalan yanlış, biraz Kur'an, bir kaç sure veyahut ilahi okurlar, Köroğlu, Pilevne, Küçük Hasan destanlarını, Yunan savaşında çıkan destanları ve buna benzer şarkılarını söylerler ve paralarını alıp diğer köylere giderler.
İşte Kırca Ali kazasına yakın olan Çiç nahiyesinde, zalim ve dişli imamların, mutlaka bir "Kırcalı" çömezleri olduğu gibi, bazı ağaların hususî hoca ve kâtipleri de bunlardandı. Çiç'te yüzde bir nisbetinde, okur yazar kimse olmadığı gibi esasen hiç bir mektep de yoktu. Her köyde imam ve bir iki ağa bulunur, köyü yakar, yıkar, herşeyi yapardı.
Din bilgisi ve ahlak görüşü müthişti. Bundan dolayı frengi pek acı şekilde gençlere bulaşmıştı. Köy imamları hariç bu nahiyede, servet ve nüfus sahibi olanların, nasıl bu duruma geliş sebeplerini inceledim. Redif kumandan ve subaylarının yani, (ahz-ı asker memurlarının) yegâne irtikâp vasıtası ve dayanağı imamlardı. Birini askerden kurtarmak mutlaka imamın iktidarında idi. O zamanlar Yemen'e, Arabistan'a, Dersim'e, Arnavutluk'a sık sık sevkıyat yapıldığından ve bundan dolayı ara sıra redif taburlarını silâh altına almak, âdet olduğundan, zavallı halk Yemen'e yani, ölüme gitmemek için, herşeyini fedaya hazırdı. İşte bu durum ve koşullar dahilinde, dünyanın en biçare bu mahlûkatı, manen ve maddeten imamlara bağlı kalmış bulunuyorlardı. Meselâ :
"İmam köyde, sokakta gezerken, ona ta uzaktan ayağa kalkıp saygı duruşunda bulunmayacak, onun istediği bir angaryayı yapmayacak, istediği şeyi, hayvanı, parayı, hatta mukaddesatından bir şeyini vermeyecek kabadayı çıkamazdı. Çünkü derhal asker bakayâsı, kur'a belâsı başına yıkılıverir ve istenilen şey er geç mutlaka yine alınırdı. Bu bakımdan, imamların zulmüne set çekecek, ne hükümette hareket ve şefkat, ne de halkta fikir, teşebbüs, marifet var."
İmamların elinde askerlik gibi, köylülerce hayat ve memat meselesi kadar önemli bir vasıta olduğu gibi, bir yıllık alın teri çalışması karşılığı olan tütünleririn, iyi fiyatla satılıp satılamaması da, bu sarıklı katillerin iktidar ve inhisarında idi. Sonra yalancı şahit bularak mahkemelerde sürüklemek, hatta mehil, talik davaları meydana atıp, (karısı güzel ve zengin ise) ayırtmak; Çiç'te olagelen adi hususattandı.
Bunları yapanlar hep imamlar ve imamların kafasında ve fikrinde olan ağalardı. Çiç imamları şehre, yani Drama'ya gideceklerini bir iki gün ewel ilan ederler, köylünün çoğunluğu, kadın ve erkek, imamın kâşanesine taşınmaya başlarlar. "Kadı'ya", "ceza reisi"ne, "tabur ağası"na dilekçeler yazılır, şehadetnâmeler yapılır, kimi Yemen'de veya Arabistan'da bulunan oğlunun veya kocasının muinsiz düştüğünden (ewelki ahz-i asker kanunu, bir takım akrabayı muin vererek asker ederdi. İşte imam bu muinleri ya muini nakl-i hane ettirir veyahut vefat etti der, birşeye benzetirdi.) Terhisini ister, kimi, kızı Ayşe'nin eski kocasından verilen nafakasını talep eder, kimi yeni evlenecek oğluna veya kızına şeriye mahkemesinden izinnâme çıkarılmasını, kimi tabur ağasını görüp damadının jandarma yazılmasını rica eder.
İşte köy imamı efendi böyle yüzlerce işleri, ve herşeyin üstünde en önemlisi olan parayı ve hediyeleri alarak ve törenle uğurlanarak gider.
Bir hafta sonra, yeni cübbesiyle büyük karşılama merasimiyle köye dahil olur. İlk ewel erkekler hoş geldinde bulunur. İmam yüksekten atar; Avrupa, Amerika ve Osmanlı Devleti hakkında siyasî önemli havadisler verir. Ayrıca mutasarrıf paşa'yı , kadıyı nerede gördüğünü, özellikle, tabur ve bölük ağalarıyla nasıl görüştüğünü, eşrafı ziyaretini, şehirdeki benzeri işleri anlatır. Sonra kadınlar huzura giderler. Kendi hacetlerinden malûmat alırlar. Aldıkları bilgi ise : Az verildiğinden, çok istenildiğinden, olacağından, biteceğinden ibaretti. İhtimal ki, bazı namuslu memurların hiç haberi yokken, imamlar onlar adına bu yalanları söyler, sahtekârlık ederlerdi.
Affedilmez kusurlarının yanı sıra, Çiç imamlarının onda sekizi içki ve sefâhata düşkün ve ayrıca ırs ve namus düşmanı idiler. Bu kötü davranışlar yalnızca Çiç'e ait olmayıp Serez, Drama, Gümülcüne, Dedeağaç livalarında ve Rumeli'nin Arnavutluk hariç, bir çok yerlerinde korkunç ve rezilane bir şekilde devam edegeldiğini haber alıyorum.
Bir gün "Cura" köyüne gitmiştim. 60 yaşında, kır sakallı, nurânî çehreli, "Hacı Muhammet Efendi" isminde bir imam karşıma çıktı. Cura imamının şekil ve dış görünüşü beni aldattı. Diğerlerine benzetemedim; fakat iki gün köyde yaptığı inceleme ile bu nur yüzlü, ama merhametsiz, kara kalbli imamın öteki meslektaşlarına rahmet okutacak kadar dinsiz, namussuz bir zalim olduğunu, bir takım delillerle öğrendim. Meselâ ;
Civarda üç kızı nikâhlayıp, birer ay sonra boşadığını ve her birini askerlikle korkutarak, birer gençle evlendirdiğini ve köyün harmanlarından alınan sekizde bir hazine hissesinin toplanısında, yapmadık zulüm bırakmadığını anladım. Sabrım tükendi, halk arasında öldüresiye bu imamı dövdüm. Nahiyedeki bu durumu anladıktan sonra, imamların bir numaralı düşmanı oldum ve ilk işim bunlarla amansız bir savaşa girmek oldu. ,
Yeni gelen mutasarrıf, "Reşid Bey"e, uzun ve etraflıca bu durumu anlattıktan sonra şiddetli harekete geçtiğim takdirde himaye ve destekleneceğim hususunda kendisinden teminat aldım.
Makedonya Eşkiyalık Tarihi ve Son Osmanlı Yönetimi
TAHSİN UZER
Türk Tarih Kurumu Basımevi-Ankara,1979