Örgü şişi önce kalbine saplandı, sonra hayatını kurtardı. Ellin Klor yaşadığı bu tuhaf olayı tebessümle hatırlıyor. Ancak başına gelen, bu o kadar da keyifle hatırlanacak bir şey değildi. Özellikle de doktorlar, göğüs kemiğini delip sağ karıncığına giren tahta şişi çıkarmak için ameliyathanede göğüs kafesini açtıklarında.
-----------------------------------------------------------------------------------------------
9 Ocak 2006 şanslı günüydü. 58 yaşındaki çocuk kütüphanesi memuru, ailesiyle akşam yemeğini yemişti ve örgü grubundaki arkadaşlarına yeni modeller göstermek için can atıyordu. İçi kitap, yün ve şişlerle dolu üç çantayı kucakladığı gibi arabasına atlayıp Kaliforniya’nın Palo Alto şehrindeki bir arkadaşının evine gitti. Biraz gecikmişti; park etmiş arabalara bakılırsa, örgü arkadaşlarından bazıları gelmişti bile. Çantalarını arka koltuktan aldı. “Bir kütüphanecinin çilesi de böyle ıvır zıvır taşımak” diye düşündüğünü hatırlıyor. Klor, oldukça geniş iki basamaktan ilkini çıktı, sonra ayağı takıldı ve düştü. Düşerken göğsü, içinde henüz bitmemiş örgülerin olduğu bir poşetin üzerine denk geldi. 1,65 metre boylarında, hafif ela gözlü, geniş yuvarlık yüzlü Klor, uzun zamandır sakarlığından şikâyetçiydi. Dolayısıyla, düşüşü beklenmedik bir şey değildi. Nefes aldığında göğsünde bir ağrı hissetti, ama önemli bir şey olduğunu düşünmedi. Evin salonunda ise arkadaşları örgülerine başlamışlardı bile. Klor da onlara katılmak istiyordu, ama göğsünün ortasındaki ağrı aldığı her nefesle daha da beter oluyordu. Bu, sıradan bir sancı değildi. Gözlerini Façonnable marka kazağına çevirdi ve kazağını kaldırdı. Gördüğü o manzara hafızasına kazındı. Örgü şişinin sadece 10 santim kadarı vücudunun dışındaydı. Belli ki, elbisesini yırtarak tam göğsünün ortasına saplanmış olan şiş ikiye bölünmüştü. “Aman Allah’ım” cümlesi ağzından döküldü. Göğsüne saplı şişi gördüklerinde arkadaşlarının ağzı açık kaldı, ama hemen neler yapılması gerektiğini konuştular. Acaba ilk iş olarak şişi çıkarmaya çalışmalı mıydılar? “Hayır, dokunmayın” dedi Klor. Tamamen içgüdüsel olarak söylemişti bunu; hastaneye gidene kadar kimsenin yarasına dokunmasını istemiyordu. Doktorlar daha sonra, hayatını kurtaran ilk kararın bu olduğunu söyleyeceklerdi. Şişi vücuttan çıkarmak bir tıpayı açmak ya da bir şişenin mantarını çıkarmak gibi olurdu ve Klor kan kaybından oracıkta ölebilirdi.
Klor ve arkadaşlarının karşı karşıya kaldıkları bir diğer kritik soru da şuydu: Bir arabaya atlayıp Klor’u hemen acile mi yetiştirmeliydiler? Klor, “Hayır. Hemen 911’i arayın” dedi. Klor’un, hayatının kurtulmasını sağlayan ikinci kararı, sağlık görevlilerini beklemek oldu. Hastaneye yetişene kadar şiş birazcık dahi yerinden kımıldamış olsaydı, kalbindeki yara ölümcül olabilirdi. Klor, kanepeye dikkatlice oturup ambulansın gelmesini bekledi. Hep tetikteydi, hatta çok garip bir şey dikkatini çekti. Göğsüne şiş saplanmıştı, ama hiçbir yerinde bir damla kan yoktu. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilirdi? Sonra bir sıra görüntü bir TV dizisi gibi akıp geçti gözünün önünden: Sağlık görevlileri, sedye, sirenler, serum, oksijen, acil odası, tomografi.
Klor kaygılı bir şekilde, Palo Alto’daki Stanford Üniversitesi Tıp Merkezi’nin acil servisindeki doktorların, durumunu açıklamasını bekliyordu. Zihnini meşgul etmek için kızı Callie’yi düşündü. Daha sonra bir zamanlar kırık bileğiyle 3 kilometreden fazla yürümüş olan, güçlü bir vücuda sahip mühendis kocası Hal geldi aklına. Kocası bazen ona “biraz çıtkırıldımsın” diyerek takılırdı. Hal bunu duyduğunda acaba ne derdi?
Doktorlar sonunda muayene sonuçları hakkında kendisine bilgi verince Klor ilk kez korkuyla ürperdi. Hallerinden durumunun acil olduğu anlaşılıyordu. Şiş, kalbe, akciğerlere ve en önemli damarlara darbelere karşı bir koruma kalkanı sağlayan uzun, düz göğüs kemiğini delip geçmişti. Bu ekip yıllar boyunca, vücudun akla gelebilecek her yerine saplanmış her türden nesneyi ameliyatla çıkarmıştı. Ama bir örgü şişiyle ilk kez karşılaştıklarını söylediler. Genç bir doktor paparazziler gibi önce Klor’un fotoğrafını, sonra da şişin yakından fotoğraflarını çekti. Ardından doktorlar o korkulan haberi verdiler: Şişin ucu kalbi sıyırıp geçerken sağ karıncığı hafifçe yırtmıştı. İç kanama vardı ve acilen ameliyat gerekiyordu.
Düşmesinin üzerinden daha bir saat bile geçmeden doktorlar onu ameliyata almış, göğüs kafesini açıp kalbini dikmiş, göğüs kemiğini birleştirmiş ve göğsünü dikip kapatmıştı. Boynundan göğsünün ortasına uzanan 18 santimlik bir ameliyat izi kaldı, ama doktorlar hayatını kurtarmıştı. Şans mı kader mi bilinmez, örgü şişi bir kez daha Klor’un hayatını kurtaracaktı. Aslında Klor’un hayatta kalma mücadelesi daha yeni başlıyordu.
Neden bazı insanlar hayatta kalır da, diğerleri ölür? Aşırı baskı altındayken neden çok azımız sakin ve kendine hâkim olabilirken, çoğumuz paniğe kapılır ve ne yapacağımızı bilemeyiz? Kimileri sıkıntılardan sıyrılmayı başarırken, neden bazıları cesaretini kaybedip mücadele edemez?
ABC televizyon kanalının “Günaydın Amerika” programında iki buçuk yıl başyapımcı olarak çalıştığım dönemde, büyük tehlikeler atlatıp hayatta kalmayı başarmış onlarca insan izledim televizyonda. Ölüme meydan okuyan insanların ardı arkası kesilmek bilmiyordu ve hep şunu merak ettim: Bu insanlar yaşadıkları zorluklara nasıl dayanıyor? Hep böyle güçlü ve dayanıklı mıydılar, yoksa bu yetenekleri bir anda mı ortaya çıktı? Ve bu insanlarda hayatta kalmak ve güçlükleri altetmek konusunda bizde olmayan ne vardı?
Muhtemelen kalbinize hiç örgü şişi saplanmayacak; ama er ya da geç en az bir kez kendinizi hayatınızda bir dönüm noktası teşkil edecek bir kriz ya da mücadele içinde bulacaksınız. Uçağınız buz tutumuş Hudson Nehri üzerine inse tepkiniz nasıl olurdu? Aniden işten atılsanız ya da doktorunuz sağlığınızla ilgili endişe verici bir teşhis koysa ne yapardınız? Dr. David Spain durumu gayet açık bir dille ifade ediyor. Kendisi Stanford Tıp Merkezi’nde yaralanmalar ve yoğun bakım ünitesinin başında ve her gün insanların başına neler gelebildiğine tanık oluyor. Her gün, diyor, bazılarımız giyinir, ailesiyle vedalaşıp evden çıkar ve bir çimento kamyonunun altında kalır.
İki yıllık bir araştırmanın sonucunda keşfettim ki, herkesin sıkıntılı bir durumla karşılaştığında devreye giren bir kriz kişiliği hayatta kalma güdüsüyle ortaya çıkan bir IQ’su var. Bu, bir zihinsel tavır ve verili bir durumda insanın düşünüş biçimi. Güçlüklerin üstesinden gelmeyi en iyi başaranlar krizlerin kaçınılmaz olduğunu bilen ve krizleri öngören kişiler. Talihsiz olayların bile bir gün sonunun geleceğini kavramış olan bu insanlar sabredip doğru zamanı tespit ediyor ve ne yapmaları gerekiyorsa zamanında yapıyorlar. Bu durumu ifade etmek için psikologların kullandığı bir tabir var: Etkin edilgenlik. Yani ne zaman durup ne zaman harekete geçeceğinizi bilmek. Eleştirel bir açıdan bakıldığında, bir şey yapmak hiçbir şey yapmamak anlamına da gelebilir. Eylem, eylemsizlikle eş anlamlı olabilir ve bu paradoksu kabullenmek hayatınızı kurtarabilir.
Günlerden cumartesi ve sabahın ilk saatleriydi. Doktorların, şişi dikkatlice çıkarıp Ellin Klor’un göğsünü dikmelerinin üstünden yalnızca 12 gün geçmişti. Klor bir haftadır evindeydi; kızı ve kocasının ilgisinden son derece memnundu. Fakat bir sabah göğsünde ve sırtında dayanılmaz bir ağrıyla uyandı. Güçlükle nefes almaya çalışırken, ağrının sebebine dair hiçbir fikri yoktu; derhal hastanenin acil servisine koştu.
Doktorlar onu muayene ettiler, kalbini ve ciğerlerini dinlediler. En büyük korkularını fısıltayla söylediler: Belki de bu, pulmoner emboli, yani ölümüne yol açabilecek akciğerlerindeki bir kan pıhtılaşmasıydı. Ağrıyı dindirmek için morfinle birlikte hemen bazı tetkiklerin yapılmasını istediler. Doktorlar geri geldiklerinde başlarını sallarken kafaları karışık görünüyordu. Testlerin hepsi negatifti. Ciğerleri temizdi ve kalbi de beklendiği gibi iyileşiyordu. Dolayısıyla, yaşadığı sıkıntıyı ameliyattan kaynaklanan geçici bir rahatsızlık olarak açıkladılar ve birkaç ağrı kesici daha verip Klor’u eve gönderdiler.
Ertesi gün telefonu çaldığında Klor evde yalnızdı. Stanford’dan bir radyolog kendisini hemen görmek istiyordu. Hastanede doktorlar durumun aciliyetini açıkladı. Çekilen tomografide radyolog, Klor’un koltukaltında bir kitle tespit etmişti. Büyümüş bir lenf düğümünü andırıyordu ki, bu, göğüs kanseri belirtisiydi.
On yıl önce bu hastalıkla vücudunun diğer tarafında mücadele etmişti. Ama bu, yeni bir tümördü; çünkü eskisinin yeniden oluşması ihtimali oldukça düşüktü. Bu, mücadeleye ta en baştan başlamak anlamına geliyordu. Doktorlar hastalığın yalnızca bir lenf düğümüne bulaştığını ve tümörün kontrol altında olduğunu söylediğinde, Klor kendini öyle şanslı hissetti ki bir çığlık attı.
Doktorlar, kalbine saplanan şişin aslında hayatını kurtardığını söylediler. Eğer acil servise gitmeseydi, yani bütün o makinelerle vücudu tetkik edilmemiş olsaydı, tümör muhtemelen büyüyüp vücuduna yayılana kadar gizli kalacaktı. Klor dünyanın en şanslı insanlarından biri olduğuna inanıyor. Örgü şişinden ölmedim, öyleyse kanserden de ölmeyeceğim, diye düşündüğünü hatırlıyor.
Klor, yılın büyük kısmını ameliyatla, kemoterapiyle ve ışın tedavisiyle geçirdi. Bu arada, bir yorgan bitirip yelek, atkı ve şallar örerken, bir yandan da kızının hızla büyümesini izledi. Tedaviler sırasında Klor çok ızdırap çekti, ama kendine dair bilmediği bir şey de öğrendi. Duyarlı bir kişiliğe sahipti ve bazen depresyona girdiği olurdu. Fiziki olarak da çok güçlü değildi. Yaşadığı bu deneyimden bahsederken, “Benim için de gerçekten sürpriz oldu; bu kadar güçlü olduğumu tahmin etmiyordum” diyecekti.
Hayatta kalanların ortaya koyduğu acı gerçek şu: Pek çok insan aslında iyileşmesi mümkün olabilecekken ölüyor. Kararlı bir şekilde mücadele etmek yerine, insanlar hiçbir şey yapmayabiliyor. Hayatta kalma psikolojisi alanında dünyanın önde gelen uzmanlarından biri olan Dr. John Leach esas itibarıyla bu olgu üzerinde çalışıyor. 20 yılı aşkın bir süredir İngiltere’nin Lancaster Üniversitesi’nde hayatta kalma psikolojisi üzerine ileri seviye dersler veriyor.
Kasım 1987’de Leach bir gece Londra’nın King’s Cross metro istasyonunda aktarma yapıyordu. İşe gidiş-geliş saatlerinde 30 binden fazla yolcu gelip geçiyordu bu istasyondan. Bir duman fark etti; gördüğü “en yoğun, en yağlı, en iğrenç duman”dı. İlk başta, hiç anlam veremedi. Etrafta hiç alev yoktu ve gemi bacasından çıkan keskin bir dumanı andırıyordu. Neredeyse gayri ihtiyari zemin seviyesine yöneldi ve aceleyle çıkışa doğru yürüdü.
Olayın üzerinden 21 yıldan daha uzun bir süre geçtikten sonra bugün, o olaya ilişkin hatırladıkları oldukça az. Ama Leach hâlâ o pis dumanın kokusunu hissedebiliyor ve üniformalı bir demiryolu işçisinin bağırışı da kulaklarında: “Aşağıda insanlar ölüyor.” Anlaşılmaz bir sebeple, bir taraftan alevler yayılırken trenler istasyona gelmeye devam ediyordu. Bu arada zemin katın hemen üstünde, yetkililer bilmeden yolcuları, doğruca alevlerin ortasına götürecek yürüyen merdivenlere yönlendiriyordu. İşlerine gidip-gelen insanlar dumana ve alevlere rağmen her zamanki güzergâhlarını takip ediyordu. Alevlerden kaçan hatta kimisi alevlerin ortasında- insanların telaşının neredeyse hiç farkına varmadan felaketin tam ortasına doğru yürüdüler. King’s Cross yangınında 31 kişi hayatını kaybetti ve akıl almaz bir şekilde metro personeli ne yangın söndürme cihazlarına elini sürdü ne de alevlerin üzerine bir damla su döktü.
Leach bu sendroma bir isim vermiş: “İhtimal vermeme tepkisi”. İnsanlar gördüklerine inanmıyordu. Dolayısıyla da yollarına devam ettiler; yani “normallik önyargısı” olarak bilinen tarzda bir davranış sergilediler. Sanki herşey yolundaymış gibi davranıyor ve tehlikenin ciddiyetini küçümsüyorlardı. Bazı uzmanlar buna “akıl kilitlenmesi” adını veriyor. Bu durumdaki insan karar verme yeteneğini kaybediyor.
Leach’e göre, bir felaketle karşılaştıklarında insanlar verdikleri tepkilere göre üç kategoriye ayrılıyor: İlk sırada, felaketlerden kurtulmayı başarabilenler yer alıyor. ABD Havayolları’nın 1549 sayılı uçuşundaki yolcuların en kötü şartlarda hayatlarını kurtarmayı başarmış olmaları buna bir örnek. İkinci grupta, kaçınılması mümkün olmayan felaketlerin yol açtığı ölümler var. Bunlar 2004’te Güneydoğu Asya’da tsunamide ölen 200 bin insanın pek çoğu gibi hayatta kalmak gibi bir şansı olmayan insanlar. Üçüncü grupta ise, aslında yaşayabilecekken, gereksiz yere ölen insanlar yer alıyor.
Sayısız felaketi inceleyip insanları bu felaketler karşısında verdikleri tepkilere göre gruplandırdıktan sonra, Leach, 10-80-10 kuramı olarak adlandırılabilecek bir sonuca vardı. Bu kurama göre, yüzde 10’umuz bir felaket anında nispeten sakin kalarak mantıklı düşünebiliyor. Bu, tepedeki yüzde 10’luk grup, ABD Havayolları’nın uçuşunda sorumluluk alıp diğer yolcuların uçaktan tahliyesini sağlayan birkaç yolcu gibi lider kişilikler.
Leach, büyük çoğunluğumuzun ise -yaklaşık yüzde 80’imiz- ikinci kategoriye girdiğini söylüyor. Bir tehlike anında çoğu insanın yapabildiği “sadece şaşkınlıktan afallayıp kalmak”. “Muhakeme ve düşünme yeteneğimizin ciddi ölçüde azaldığını” fark ederiz. “Neredeyse otomatik ya da mekanik davranışlar sergiler, reflekslerimizle hareket ederiz.” Terleriz. Zihnimiz ve duygularımız karmakarışık bir hal alır, hiçbir şey yapmak istemeyiz, adeta hissizleşiriz. Kalbimizin atışı hızlanır. “Algı daralması” yaşarız ya da görme yeteneğimiz azalır. Etrafımızdaki insanları neredeyse duymayız. Bu da normaldir -bir zararı olduğuğu söylenemez- ve bu durum zaten sonsuza dek böyle sürmeyecektir. Bu beyin ya da akıl kilitlenmesinden kurtulmanın yolu, şoku üzerinizden atıp ne yapmanız gerektiğine karar vermektir.
Son yüzde 10’luk grupta ise, bir tehlike anında kesinlikle yanında olmak istemeyeceğiniz insanlar var. Açıkçası, bu üçüncü gruptakiler, tehlike anında yapılmaması gereken her şeyi yaparlar. Uygun olmayan şekilde davranır ve genellikle istenenin tersi sonuçlara yol açarlar. Daha açık bir ifadeyle, kendilerini kaybeder ve davranışlarına, sözlerine hâkim olamazlar. Ve bir tehlikeyle karşı karşıya kalındığında bu gruptakiler genellikle hayatta kalmayı başaramaz.
Prof. Richard Wiseman, elinize sadece bir gazete tutuşturup sizden gazetenin sayfalarında kaç fotoğraf olduğunu saymanızı rica etmek yoluyla şanslı mı, yoksa şanssız mı olduğunuzu söyleyebiliyor. Kimileri bu işi birkaç saniyede bitirirken, bütün resimleri saymak için kimileri birkaç dakikaya ihtiyaç duyuyor. Ama bunun sebebi, bazı insanların diğerlerinden daha iyi sayı sayabilmesi değil. İşin sırrı, Wiseman’in ikinci sayfaya 2,5 santimetrelik puntoyla yazdığı kocaman mesajda saklı: Saymayı bırakın! Bu gazetede 43 fotoğraf var.
İster inanın ister inanmayın, pek çok insan gazetedeki bu koskoca başlığı gözden kaçırıyor. O başlığı göremeyecek kadar fotoğrafları saymakla meşguller. Koca duyuru bir aldatmaca değil. Gazetede gerçekten de 43 fotoğraf var. Profesör Wiseman’ın bulgularına göre, duyuruyu hemen gördüyseniz, tesadüfen karşınıza çıkabilecek fırsatlardan yararlanmaya açık, şanslı bir kişi olma ihtimaliniz yüksek. Aksine, mesajı fark etmiyorsanız bu, sizin tesadüfi fırsatları kaçırma ihtimali nispeten yüksek ve genellikle şanssız bir kişi olduğunuzu gösteriyor. Psikologlar buna “bakan körlük” diyor. Gerçekten dikkatimizi vermediğimiz zaman bazı şeyleri görmeyiz.
“Bakan körlük” üzerine en önemli çalışmalardan biri de Daniel Simons ve Christopher Chabris’in Harvard psikoloji bölümünün 15’inci katının asansör holünde gerçekleştirildi. İki takımdan birinin oyuncuları beyaz gömlek, diğeriyse siyah giymişti ve iki turuncu renkli basketbol topunu karşılıklı olarak birbirlerine atıyorlardı. Deneklerden bu pas atma alıştırmasının videosunu izlemeleri ve beyaz formalı oyuncuları attıkları pasları saymaları istendi. 45 saniye sonra videonun bir versiyonunda tam bir goril kıyafeti içindeki bir kadın görüntüye giriyordu. Bu kıllı goril ekranı bir baştan diğerine geçerken 5 saniye boyunca görüntüye geldiğinden rahatça fark edilebilecek durumdaydı. Ama çarpıcı olan şu ki, deneklerin yüzde 56’sı televizyonun ortasındaki gorili fark etmedi bile. Başka bir videoda ise goril durup yüzünü kameraya dönüyor, göğsünü yumrukluyor ve sonra da yürüyüp gidiyordu. Bu sahne dokuz saniye sürüyordu, ama yine de deneklerin yalnızca yüzde 50’si bu tüylü davetsiz misafiri fark etti.
Gorili görmemek nasıl mümkün olabilir? Ve bunun bir tehlike anında hayatta kalma becerisiyle nasıl bir ilgisi olabilir? Profesör Simons şimdi Urbana-Champaign Illinois Üniversitesi’nde psikoloji dersi veriyor. Goril deneyinden çıkan en temel ve şaşırtıcı ders, goril kadar dikkat çekici bir şeyin bile ne kadar kolay dikkatten kaçabileceğini göstermesi, diyor Prof. Simons ve ekliyor: “Göze batan ve sıra dışı nesnelerin otomatik olarak dikkatimizi çekmesi gerekmiyor.” Diğer pek çok araştırma da, etrafınızda ve hatta hemen gözümüzün önünde olup biten her şeyin farkında olmamızın imkânsız değilse bile çok zor olduğunu ortaya koyuyor.
Bunun bir sebebi gözünüzün, odak noktanızın sadece yaklaşık iki derecesine giren alanı yüksek çözünürlükte görmesi. Diğer bir deyişle, gözleriniz ne kadar iyi görüyor olursa olsun, çevrenizdeki nesnelerin büyük bölümü gözünüzün odak noktasının dışında demektir. Bunu anlamak için kolunuzu “tamam” işaretindeki gibi başparmak yukarıyı gösterecek ve avuç kapalı şekilde öne uzatın. Dünyanın yüksek çözünürlükte gördüğünüz küçük parçası ancak başparmağınızın tırnağı genişliğindedir. Eğer bakışlarınızı, diyelim ki tırnağınızın etrafındaki ölü derilere odaklarsanız, çevredeki nesneleri net görme yeteneğinizin ciddi ölçüde azaldığını fark edeceksiniz. “Goril deneyi önemli. Çünkü bilinçli bir şekilde algıladığınız çevrenizin ne kadar küçük olduğunu fark etmenizi sağlıyor. Özellikle de belirli bir işe odaklanmışsanız” diyor Simons. Bu içgörüyü bir kez edindiniz mi, kendinizi bütün fırsatlara açık hale getirebileceğinize inanıyor. Simons, günlük hayatta, bir gorili ya da üzerine gelen çimento kamyonunu fark etmenin bir garantisi olmadığının bilincinde. Bu durum dünyayla etkileşime girme şeklini değiştirdiğini söylüyor. Özellikle de araba kullanırken, karşısına çıkması muhtemel korkunç olaylara karşı daha dikkatli. Bu tür tehlikelerin nasılsa dikkatini çekeceğini farz etmektense onlara bilinçli bir şekilde dikkatini yoğunlaştırıyor.
Wiseman, konu gorili ya da kırmızı ışıkta geçenleri fark etmeye geldiğinde, başka bir faktörün de devrede olduğuna inanıyor. Nevrotikliğin endişeli, gergin ve strese duyarlı insanların kişilik özelliği olduğunu söylüyor. Goril deneyinde, yüksek düzeyde nevrotikliğe sahip insanlar, basketbol toplarının geçişlerini sayarken çok ciddi ve gergindi. Daha düşük seviyedekilerse sakin ve strese daha az duyarlı. Wiseman’a göre, şanslı insanlar genellikle rahat ve (gazete deneyinde koskoca harflerle yazılan başlık gibi) hayatın fırsatlarına açıktır. Ancak şanssız insanlar daha gergin, asabi ve içe kapanıklar.
Kendinizi test etmek istiyorsanız, stres araştırmacıları tarafından bazen kullanılan şu adresin ismine bir göz atın:
www.opportunityisnowhere.com. Ne görüyorsunuz? Çoğu kişi için, bu web sitesi cesaret kırıcı gelebilir: Fırsat hiçbir yerde (opportunity is nowhere). Ancak bazıları tam tersini düşünüyor: Fırsat şimdi burada (opportunity is now here). Buradaki saklı mesaj ise şanslı insanlar etraflarındaki dünyanın daha fazlasını algılayabiliyor. “Bu bazı fırsatları bulmayı umduklarından değil de karşılarına çıktığında bu fırsatları fark edebildiklerinden kaynaklanıyor” diye yazıyor Wiseman’ın “Şans Faktörü” (The Luck Factor) kitabında. Bu yeteneğin “hayatları üzerinde önemli ve olumlu bir etkisi var”.
İngiltere’de psikolojinin kamu boyutunda anlaşılması alanındaki tek profesörlüğü elinde bulunduran Hertfordshire Üniversitesi’nden Wiseman on yılını bir şeyleri şans eseri bulabilmenin sırlarını keşfetmeye adamış. Bazı insanlar her türlü şansa sahipken diğerleri kötü şansı mıknatıs gibi çekiyor.
“Şans sihirli bir yetenek ya da tanrıların bağışladığı bir hediye değil. Aksine şans ruhsal durumdur; bir tür düşünme ve davranma şeklidir” diye yazıyor Wiseman. Bunların hepsi bir yana, hayatımız ve şansımız üzerinde bizim farkına vardığımızdan daha çok kontrolümüz var. İtalyan Rönesans filozofu Niccolo Machiavelli’nin zamanında, büyük düşünür ve yazarlar, hayatta ne oluyorsa bunun yüzde 50’sini ya da daha fazlasını şansın (ya da Roma şans tanrıçası Fortuna’nın) belirlediğini tartışmıştı. Wiseman buna hiç olasılık vermiyor. Ona göre hayatımızın yalnızca yüzde 10’unun rastlantısal olduğuna inanıyor. Geri kalan yüzde 90 “aslında nasıl düşündüğünüz” ile şekilleniyor. Farklı bir deyişle hayatınızda gerçekleşenlerin onda dokuzu tavrınız ve davranışlarınız tarafından belirleniyor. Wiseman bazı insanların hayatında neden iyi şeyler olduğunu dört sebebe bağlıyor.
Öncelikle, şanslı insanlar daha sık fırsatlarla karşılaşır. “Doğru zamanda, doğru yerde olmak aslında tamamen doğru ruh yapısıyla ilgilidir” diyor Wiseman. Gazete deneyi de gösterdiği üzere şanslı insanlar beklenmedik fırsatlara daha açıklar ve kolaylıkla kavrayabiliyorlar. Hayat hakkında daha rahat davranırlar ve etraflarındaki dünyayı daha yüksek bir algılayışla yönlendirirler. En basiti, diğer insanların kaçırdıkları fırsatları kolayca fark edip değerlendirirler. Aynı zamanda daha sosyaldirler ve Wiseman’ın deyişiyle “bir şans ağı” kurarlar. Çoğumuz yaklaşık 300 kişiyi ismen tanıyoruzdur. Wiseman’a göre, bu hayatımıza şans olanakları sağlayacak 90 bin insana sadece bir tokalaşma kadar uzakta olduğumuz anlamına geliyor.
İkincisi, şanslı insanlar önsezilerini dinler ve nedenini bilmeseler de doğru kararlar verirler. Aksine şanssız insanlar yanlış kararlar verip yanlış insanlara güvenir. “Yaptığım görüşmeler şanslı insanların önsezilerinin defalarca kez sonuca ulaştığını ortaya koymuştur. Oysa şanssız insanlar genellikle sezgilerini göz ardı eder ve kararlarından pişmanlık duyar” diyor Wiseman. Hayatta kalma konusunda bu tür içgüdüler her şeyi değiştirebilir.
Üçüncü olarak, şanslı insanlar başarısızlık karşısında direnir ve dileklerini gerçekleştirme konusunda acayip bir becerileri vardır. Hayatın en beklenmedik olaylarının “onların başarısıyla sonuçlanacağına” inandırmışlardır kendilerini. Wiseman, onların dünyası “aydınlık ve umut doluyken” şanssız insanlar her şeyin kötü gideceğine inanır, dünyaları ise “kasvetli ve karanlıktır”, diye yazıyor. Wiseman şanslı ve şanssız insanlara çözülmesi mümkün olmayan bir bulmaca verdiğinde, tepkiler çok etkileyici olmuş. “Şanssız insanların yüzde 60’ı bulmacayı çözmenin imkânsız olduğunu söylerken bu oran şanslı insanlarda yalnızca yüzde 30’du. Tıpkı hayatlarının pek çok alanında olduğu gibi şanssız insanlar daha başlamadan pes ediyorlar.”
Dördüncü olarak, şanslı insanların kötü şansı iyiye dönüştürme yeteneği var. Wiseman, şansla ilgili belirleyici bu dört faktörden en çok bunun hayatta kalma konusunda önemli rol oynadığına inanıyor. Wiseman’ın bu sonucu, hayatta kalma psikolojisi üzerine Amerika’nın önde gelen uzmanlarından Dr. Al Siebert’ın çalışmasının bir tekrarı. 40 yıldan daha uzun bir süre “hayatta kalma kişiliği” diye adlandırdığı konuyu araştırdıktan sonra, Siebert “Hayata en güçlü tutunanların yalnızca çok iyi mücadele etmediğini, aynı zamanda potansiyel bir felaketi şanslı bir gelişmeye dönüştürdüklerine” inanıyor.
Yani, hayatın kaçınılmaz meydan okumalarını aşıp ayakta kalabilmek için ne gerekiyor? Tek bir teorinin bütün durumları kapsayamayacağı açık. Her insana ya da mücadeleye uygun ortak bir payda yok. Bazı durumlarda kozmik bir yazı tura bile herşeyi belirleye-bilir. Alzheimer hastaları DNA’larını kendileri seçmiyor.
Travma kurbanları, yolda zikzaklar çizen sarhoş sürücüleri kendileri tercih etmiyor. Yine de hayatta kalma gücünüz tamamen elinizden alınmış değil. Aslında kaderinizi hayal edebileceğinizden daha çok kontrol ediyorsunuz. Hepsinden öte, zihniyetiniz farklılık yaratıyor. Kendinize dikkat edebilir, etrafınızla ilgilenebilir ve hatta bir uçakta acil çıkışıyla aranızdaki koltukları sayabilirsiniz. En kötü durumlarda şansınızı siz yaratırsınız. Sizin için uygunsa dua da edebilirsiniz. Ne kadar çok kişilik varsa “Hayatta Kalanlar Kulübü”ne giden o kadar çok yol vardır.
www.newsweekturkiye.com.tr